10 KASIM 2017’DE ATATÜRKÇÜLÜK’ÜN NERESİNDEYİZ? (Devrim ve Karşıdevrim)
10 KASIM 2017’DE
ATATÜRKÇÜLÜK’ÜN NERESİNDEYİZ?
(Devrim ve Karşıdevrim)
Hami KARSLI
Emekli Yazın Öğretmeni
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal Atatürk’ü sonsuzluğa uğradığımız günün 79. yılındayız.
O, Batı’nın 200 yılda yaptığı devrimleri 14-15 yılda gerçekleştiren; sadece 20. Yüzyıl’ın değil tüm yüzyılların en büyük devrimcilerinden biriydi.
Ekonomisi çökmüş, yönetimi beceriksiz ve yeteneksiz ellere geçtiği için parçalanıp yok olma sürecine giren bir imparatorluğun külleri arasından tüm dünyanın saygı duyduğu, hayranlıkla izlediği yepyeni bir devlet kurmuştu.
Atatürk, 1923 yılında: “Tarih, ulusların yükselme ve alçalma nedenlerini incelerken birçok siyasal, askersel ve sosyal nedenler sayar. Ancak bir ulusun doğrudan doğruya yaşamıyla, yükselişi ve alçalışıyla ilgili olan şey ekonomisidir. Tarihin ve deneyimlerin ortaya koyduğu bu gerçek bizim ulusal yaşamımızda tamamen ortaya çıkar. Türk tarihi incelenirse, bütün yükseliş ve alçalış nedenlerinin bir ekonomi olayından başka bir şey olmadığı anlaşılır” demişti. Bu sözler, V. İ. Lenin’in, “Politika, ekonominin yoğunlaşmış, genelleştirilmiş ve sonuçlarına vardırılmış biçimidir” şeklindeki sözüyle özdeşlik taşımıyor mu?
Çanakkale’den başlayarak, Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla devam eden yıllarda üretken nüfusun büyük çoğunluğunu kaybeden; Osmanlı’dan kalan borçların büyük bir kısmını üstlenen; sanayisi, kentsoylusu (burjuvası) olmayan; nüfusunun %80’den fazlasının ilkel koşullarda köylerde yaşayan ve tüm dünyada ekonomik bunalım yaşanırken Atatürk’ün gerçekleştirdiği işler –özellikle ekonomi alanında- olağanüstüdür.
Atatürk, “ekonomik egemenlik olmadan ulusal egemenliğin olamayacağını” biliyordu. Bunun en büyük göstergesi hazırlattığı ve birçoğunu uygulamaya koyduğu kalkınma planlarıdır.
Sanayiye yönelme, yerli malı kullanmaya özendirme, demiryolları, ulusal bankalar, yabancı sermayenin ulusal sermayeye dönüştürülmesi, tarım alanında yapılan öncü çalışmalar Atatürk’ün ekonomik egemenlik çalışmalarıdır.
Diğer alanlarda –özellikle sosyal alanda- yapılan tüm devrimler, ekonomik alanda yapılan devrimlerin üzerine bina edilmiştir.
*
“Devrim” sözcüğü tek başına kullanıldığında genellikle olumlu bir değişimi anlatır. Sözlük anlamıyla “Bir toplumun yaşamında önemli işlevi olan kurumların hızlı ve geniş kapsamlı bir biçimde kökten değiştirilmesi ya da yenileştirilmesi, yeniden biçimlendirilmesi ya da belli bir alanda birdenbire gerçekleşen kökten değişiklik” diye tanımlanır.
Atatürk Devrimleri, “ümmet”i ulus, “kul”u birey yapmış; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ve Türk Ulusu’na tüm dünyada saygınlık kazandırmıştı.
Padişahlıktan cumhuriyete geçiş, Saltanatın ve halifeliğin kaldırılması, harf devrimi, Türkiye’nin yeniden idari olarak yapılandırılması, şapka ve kıyafet devrimi, soyadı yasasının kabulü, kadın haklarının tanınması, takvim, saat ve ölçülerde değişiklik, medeni kanunun kabulü, eğitim ve öğretim devrimi üst başlık olarak sayabileceğimiz Atatürk Devrimleri’nin bazılarıdır.
*
Her devrim, karşı devrimi de aynı anda başlatır. Bu genel bir yasadır. Çünkü, bir toplumu hızlı ve geniş bir biçimde değiştirip yeniden biçimlendirmek, eski düzenden çıkarları olan kesimi rahatsız eder ve devrimle beraber bu kesimde derhal örgütlenip yeni düzene karşı savaş vermeye başlarlar. Devrim gücünü koruduğu sürece karşı devrim hep yer altında kalır. Yeni düzeni yıkmak için fırsat kollar. Devrimi yapanlar da bunun bilincindedir. Nitekim Atatürk, TBMM’nin açıldığı 23 Nisan 1920 tarihinden üç yıl sonra yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu:
“Her devrim bir karşı hareket getirir. Bu bizde de beklenirdi. Yıl 1923… Devrimimizi ve onu bekleyen tehlikeleri yaptığım konuşmalarda halkıma anlattım, şunları söyledim: Ülkemiz üç buçuk yıllık bir zamana sığdırılması imkânı olmayan çok büyük bir devrimin yapıcısı olmuştur. Gerçekten, yüzyıllardan beri tabi olmaya alıştığımız bir yönetim şeklinin dışına çıkarak dünyada benzeri bulunmayan bir devlet kurduk. Fakat bu yeniliğin mutlaka bir karşı hareketi gerektireceğini hatırımızdan çıkarmamalıyız. Bu harekete özel terimiyle “irtica” derler. Yaptığımız işlere ve aldığımız sonuçlara göre, bu gibi irtica hareketleri her zaman beklenebilir. Fransızlar Büyük İnkılap’ta başarılı olabilmek için neredeyse yüz yıl çalışmıştır. Biz ise inkılabımızın üçüncü yılındayız. Kimse iddia edemez ki, bu inkılap da bir tepkiye maruz kalmayacaktır ve bunu her zaman olabilir görmek ihtiyatlı bir hareket olur.”
Atatürk, karşı devrime birçok konuşmasında yer vermiştir. Aşağıdaki iki konuşma da bunlara örnektir:
“Yeni olana düşmanlık insanlık tarihinde eskidir, köklüdür; nitekim Osmanlı’da da böyle olmuştur, pek çok örneği vardır. Gerçekten, XVI. Yüzyıl Avrupa’sında büyük gelişmeler kaydedilirken, Osmanlı İmparatorluğu; İslam’ın felsefesinden habersiz bağnazların şiddetle karşı çıkması yüzünden, matbaa gibi mükemmel bir eğitim aracından yoksun kalmıştır, hem de 250 yıl boyunca, Kur’an’ın “oku” emrine rağmen!… Bu bağnazlar XIX. Yüzyıl’da bile karantinaya, yazı tahtasına, fes ve çeket pantolon giymeye, eğitim görmüş genç subaylara, akla gelen her yeniliğe karşı çıkmıştır. Örneklerini tarihimizde içiniz burkularak okursunuz: Kabakçı Mustafa ayaklanması, 31 Mart olayı, Şeyh Sait isyanı, Menemen’de Kubilay faciası gibi.”
“Bizi eteğimizden çeken, yolumuzdan alıkoyan en büyük engel, oy avcısı çirkin politikacılarla onların değnekçisi birtakım sermaye çevreleri oldu. Aşırı sağ, Devrim’le kurulan rejimi yıkıp onun yerine ortaçağdan kalma geleneksel ümmet dönemini geri getirmek isteyenlerin toplandığı cepheydi. Amaçlarına kavuşmak için demokratik yolları da, gerekirse zor kullanmayı da mübah saydılar. Sağ cepheyi meydana getiren kalabalık arasında küçük bir azınlık, elde ettiği ekonomik “ayrıcalıklar”ı korumak amacıyla büyük kitlenin bir gün uyanıvermesinden ödü kopar. Bunu önlemek uğruna gericilik akımlarını alabildiğine körüklediler. Benim ilkelerime düşmandırlar. Çünkü uygulandıkları takdirde devrim ilkelerinin büyük kitleyi er geç aydınlığa kavuşturacağını biliyorlardı. Anayasa’yı da, yürürlükteki yasaları da çiğneyerek her fırsatta halkı kışkırtmaktan çekinmediler. Çocuklarımızın pozitif ilköğretimden geçip gözlerinin açılmasını istemediler. Kur’an kursları adı altında onları körleştirmeye çalıştılar, çalışıyorlar.”
*
Karşı Devrimin, yeni kurulan devletin daha ilk yıllarında örgütlenerek, Cumhuriyet Devrimi’ni yıkmak için nasıl fırsat kolladığının somut iki örneği, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluş ve kapatılış olaylarında görülür.
Kökleri 1919 Sivas Kongresi’ne dayansa da CHP resmen 9 Eylül 1923’te kurulmuş,
1924 Mart ayında Halifeliğin kaldırılması, Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nın kapatılması ve öğretimin birleştirilmesiyle laik düzenin temeli oluşturulmuştu.
Yeni rejim birinci yılını doldururken, 17 Kasım 1924’te, Kâzım Karabekir, A. Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Rauf Orbay öncülüğünde, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adında ikinci bir parti kuruldu. Parti tüzüğünde “dini inançlara saygılı olduğu” belirtilen bu parti derhal Cumhuriyet karşıtlarının toplandığı bir yer oldu. Şeyh Sait isyanının patlak vermesi üzerine parti kapatıldı. Atatürk’e karşı düzenlenen İzmir Suikastı olayında partinin kurucularının bir kısmı yargılandı.
12 Ağustos 1930’da Atatürk’ün önerisi ve onayıyla Ali Fethi Bey’e kurdurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası da çok kısa bir sürede Cumhuriyet ve laiklik karşıtlarının toplandığı yer oldu. Partinin kurucuları da bundan rahatsızlık duydular. Parti, kuruluşundan 4 ay sonra kendini geçersiz kıldı. (feshetti). Hazırlanan “fesih beyannamesinde” (kapatılış bildirgesinde) “Tebellür eden (billurlaşan, kesin ortaya çıkan) son vaziyete göre, fırkamız, Büyük Gazi Hazretlerine karşı, siyasi sahnede mücadele edecek bir mevkie getirilmiştir.” denildi.
Ülkemizde daha sonraları kurulan siyasi partilerden birçoğu dini siyasette kullanmaktan çekinmediler. Bu konuda en başarılı olanlar yani dini en çok kullananlar dinbazların toplandıkları yer oldu. (Dinbaz sözcüğü, “dinci” ve “yobaz” kelimelerinden türetilen bir sözcük! Gazeteci Ahmet Takan bu sözcüğü “Müslümanlar arasında bugüne kadar görülmemiş şekilde dini kullanan ve Müslümanları aldatan en donanımlı ve sapkın bir zümrenin temsil ettiği dini yorum ve yaşam tarzı” diye tanımlıyor)
*
CHP’nin, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Başbakanı olan Şemsettin Günaltay, TBMM kürsüsünden şu sözlerle övünüyordu: “İlkmekteplerde din dersleri okutturmaya başlayan bir hükümetin başkanıyım. Bu memlekette Müslümanlara namazlarım öğretmek, ölülerini yıkamak için İmam-Hatip Kursları açan bir hükümetin başkanıyım. Bu memlekette, Müslümanlığın yüksek esaslarım öğretmek için İlahiyat Fakültesi açan bir hükümetin başkanıyım”
CHP Hükümeti’nin 1 Mart 1950’de Tekke ve Türbeleri yeniden açması, hemen arkasından Fevzi Çakmak’ın cenazesinde karşı devrimcilerin gövde gösterileriyle devam eden süreç, 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti döneminde daha da hız kazandı.
Ezan dilinin tekrar Arapçalaştırılması, radyoda dini programların yapılması, din derslerinin ilkokullarda zorunlu hale getirilmesi, ortaokul ve liselere seçmeli din dersi konması, kuran kurslarına yeşil ışık yakılması, Yüksek İslam Enstitüsü açılması, Adnan Menderes’in DP Meclis Grubu’nda arkadaşlarına “Siz isterseniz hilâfeti bile getirebilirsiniz” demesi, bir başka konuşmasında “İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camii’ni de ikinci bir Kâbe yapacağız” şeklindeki sözleri Laik Cumhuriyet karşıtlarını sevindiriyor, onlara güç veriyordu.
19 Mayıs 1957’de Menderes halka şöyle sesleniyordu: “DP’nin iktidarda olduğu yedi yıl içinde yeni 15 000 cami inşa edildi. Başta Süleymaniye olmak üzere 86 cami onarıldı. Süleymaniye’nin 500. Yıl dönümünü kutlamak için tüm Müslümanları İstanbul’a davet ediyoruz.”
1960’lı, 70’li, 90’lı yıllara damgasını vuran Süleyman Demirel döneminde de din, siyasetin malzemesi olmaya devam etti.
1965’te dönemin Milli Eğitim Bakanı Cihat Bilgehan, “İmam-hatip okullarını bitirenlerin ilkokul öğretmeni olabilecekleri” müjdesini(!) veriyor; Demirel 31 Mayıs 1966’da Kayseri’de halka yaptığı konuşmada: “Bugün Türkiye’de gericiliğin yaşamasına uygun koşullar bulunmamaktadır” diyordu ama Atatürk büst ve heykellerine saldırılar da sürüyordu.
1967’de, imam hatipleri bitirenlere üniversitelere girme hakkı tanınıyor, aynı yıl İzmir’de “İslam Enstitüleri” nin temelleri Başbakan Demirel tarafından atılıyor, TBMM’de iftar yemekleri verilmeye başlanıyordu.
21 Şubat 1968’de Milli Eğitim Bakanı İlhami Ertem, öğünerek: “Hükümetimizin amacı her ilde bir imam hatip okulu açmaktır” diyordu.
Bu arada yayılımcılığın(emperyalizmin) yerli işbirlikçileri olan gerici basında da Cumhuriyeti yıkma yolunda yazılar çıkıyor; örneğin Mehmet Şevki Eygi, “Kanlı Pazar” öncesi “ABD bizim kâbemiz, cihada hazır olun” savsözüyle (sloganıyla) dinbazları yurtsever gençlerin üzerine saldırtıyordu.
12 Ekim 1969 Genel Seçimleri öncesi Adalet Partisi “Kıratlı Kuran” dağıtıyor, din pervasızca siyasete alet ediliyordu.
1970’li yılların son çeyreğinde, imam hatip okulları açılması hızlandırılıyor; Kahramanmaraş’ta çıkan olaylarda 111 kişi yaşamını yitiriyor, Müslümanlar cihada çağrılıyor ama Süleyman Demirel, “Bana sağcılar, milliyetçiler cinayet işliyor” dedirtemezsiniz diyordu.
MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, “hafta tatilinin Cuma gününe alınmasını, müftülerin nikâh kıymasını, okul kitaplarının Allah adıyla başlamasını” istiyor bir yıl sonra da Çorum katliamında 58 kişi öldürülüyordu.
MSP’nin Konya’da düzenlediği mitingde, dinbazlar, “Dinsiz devlet yıkılacak, şeriat gelecek” “Laiklik dinsizliktir” “Anayasa Kuran, Ya şeriat ya ölüm” “Cihada hazırız” diye bağırılıyordu.
12 Eyül 1980 tarihine bu ortamda gelindi.
Amerikalıların “bizim çocuklar” dedikleri generaller tarafından yapılan faşist bir darbeyle demokrasi rafa kaldırıldı. Dernekler, siyasi partiler kapatıldı. Tüm konuşmalarda dînî motifleri ön plana çıkartan Kenan Evren ve arkadaşları ülkenin aydınlarına kan kusturdu.
Bu ortamda Çankaya’ya tırmanan Özal “12 Eylül olmasaydı iktidara gelemezdik” dedi.
Süleyman Demirel 1987 yılı Mart ayında “Din, siyasetin emrinde değil, başka hakların kullanılmasında yaptığı gibi, siyaset dine hizmet edecektir. Bunda yadırganacak bir şey yok! Tevhidi Tedrisat kanunu bir semavi kitap değildir. Şayet kuran kursları ve din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir. Tevhidi Tedrisat Kanunu’dur. Laiklik çiğneniyor diye yapılan tartışmalar, bir yerde din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını baskı altına almaktır” dedi.
İki yıl sonra 1989’da TCK’nın “Türkiye’de din devleti kurulmasını suç sayan 163. Maddesi” kaldırıldı. Üniversitelerde türban serbest bırakıldı.
Bu uygulamalara karşı çıkan Cumhuriyet aydınları öldürülmeye başlandı. Prof. Dr. Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Prof. Dr. Bahriye Üçok ve 24 Ocak 1993’te de Uğur Mumcu katledildiler. Uğur Mumcu öldürülmeden iki gün önce “İmam-Subay” başlıklı bir yazı yazmıştı.
Sivas’ta, aralarında ülkemizin yüz akı olan aydınların da bulunduğu 37 kişinin diri diri yakılması olayı Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden 6 ay sonra olmuştu. İnsanları yakan dinbazlar, ağızlarından salyalar akıtarak, “Şeriat gelecek, zulüm bitecek. Kahrolsun laiklik” “Zafer İslamın! Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak” diye bağırıyorlardı.
27 Mart 1994 yerel seçimlerinde 22 ildeki belediyeleri eline geçiren Refah Partisi’nin lideri Erbakan, “Refah iktidara gelecek. Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı? Kanlı mı olacak, kansız mı?” diyordu. Aynı yıl Anıtkabir’de Atatürk’e saldıran dinbaz, “Taşlara, kemiklere secde etmeyin. Taşlar sizi kurtaramaz. Sizi Kuran’a davet ediyorum” diye haykırıyordu.
1997 yılı Refah Partililerin hezeyanlarıyla doluydu:
Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız: “Laiklere şeriat enjekte edilecek” ;
Şevket Yılmaz: “Allah’ın size soracağı soru şöyle: Küfür düzeninde İslam Devleti olsun diye niye çalışmadın?” ;
Hasan Hüseyin Ceylan: “Bu vatan bizimdir, rejim bizim değildir kardeşlerim. Rejim ve Kemalizm başkalarınındır. Türkiye yıkılacak beyler!” ;
Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe: “Bu törenlere içim kan ağlayarak katılıyorum. Bu düzen değişmeli. Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. Gün ola harman ola. Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini eksik etmesin”;
Şanlıurfa Belediye Başkanı Çelik: “Ben kan dökülmesini istiyorum. Demokrasi böyle gelecek. Fıstık gibi olacak” diyordu.
Bu arada Başbakan Necmettin Erbakan da Türkiye’nin en ünlü dinbazlarına davetler veriyor, onları onurlandırıyordu.
3 Kasım 2002 seçimlerine böyle gelindi.
Amerika yayılımcılığının (emperyalizminin) tasarısı (projesi) olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı olduğunu övünçle, gururla söyleyen bir zat Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, sonra da cumhurbaşkanı oldu.
AKP döneminde neler dendiğini, neler yapıldığını 11 Kasım 2017 tarihli Sözcü Gazetesi’nde Yılmaz Özdil o kıvrak zekâsı ve kalemiyle özetlediği için, ben ayrıca yazmıyor, onun yazısını aynen aşağıya alıyorum:
“Atatürk’ün ismini camilerde okutulan hutbelerden çıkardılar. 19 Mayıs törenlerini yasakladılar. 23 Nisan, 29 Ekim törenlerine hastalandım bahanesiyle katılmadılar. 10 Kasım törenlerine seyahatteyim bahanesiyle katılmadılar. Takvimde başka gün kalmamış gibi, bizi sırtımızdan hançerleyen vahabi kralına tam 10 Kasım’da şeref madalyası taktılar. Atatürk’ün kurduğu TBMM’de Vahdettin’i anma töreni düzenlediler.
Çankaya Köşkü’nü akıllarınca tarihten sildiler. Atatürk Orman Çiftliği’ni katlettiler. Atatürk anıtlarına çelenk koymayı yasakladılar. Atatürk sevgisini kabahat ilan ettiler, Atatürk anıtına çiçek koyanlara kabahatler kanunundan para cezası kestiler. Otomobiline Atatürk posteri yapıştıranlara trafik cezası kestiler. Atatürkçülere terörist holigan dediler. Atatürk’ün kalpaklı fotoğrafını yasadışı ilan ettiler.
Sultanahmet cami koruma derneğinin internet sitesinde, Atatürk’ün kalpaklı fotoğrafını köpek vücuduna monte ederek yayınladılar. Atatürk ilkelerini ders kitaplarından çıkardılar. Milli eğitim yönetmeliğini değiştirdiler, Atatürk devrimlerine bağlı öğrenci yetiştirme prensibine son verdiler.
Okullarda Atatürk rozeti takmayı disiplin suçu haline getirdiler. Atatürk stadyumlarını yıktılar, başka isimler verdiler. Sırf devrim alfabesine karşı çıkmak için Türkçe’ye bile savaş açtılar, Osmanlıcayı zorunlu ders yapmaya kalktılar. Türkçeyle felsefe yapılamaz dediler. Nutuk’u suç delili yaptılar. Valiliklerden, Ziraat Bankası’ndan TC’yi sildiler. Ayyaş dediler. Atatürk döneminde Atatürk Orman Çiftliği’nde çocuklara bira içiriyorlardı dediler. Atatürk döneminde camiler ahır yapıldı dediler. 600 yıllık imparatorluğun reklam arası sona erdi dediler.
90 yıllık enkazı kaldırdık dediler. Sabiha Gökçen’i ırkçı, soykırımcı ilan ettiler. “Yüce Atatürk” pankartı açan futbol takımına tahammül edemediler. Onuncu Yıl Marşı çalanları fırçaladılar, asabımı bozuyor, kapatın dediler. Atatürk’ü çağrıştırıyor diye Vardar Ovası türküsüne bile katlanamadılar. Andımızı yasakladılar. Türk bayrağı demeyelim, Türkiyeli bayrağı diyelim dediler.
Türk yok dediler. Türk yok diyeni milletvekili yaptılar. Türkçülük bölücülüktür dediler. Türk Kızılayı’nın Türk’ünü sildiler. Kemalizm’i yerden yere vuran CIA casusu Graham Fuller’ın Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabını yandaş medyada ballandıra ballandıra reklam yaptılar. Atatürk’e dair her şeyi sansürlerken, Atatürk’ü sarhoş, kalpsiz, dinsiz, megaloman gibi gösteren Mustafa belgeselini alkışladılar. Atatürk heykellerine saldırılmasına, yakılmasına göz yumdular.
Ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi dediler. Ulus devlet Allah’ın belasıdır diyeni akil adam yaptılar. Anıtkabir’i de yıkarız elhamdülillah dediler. Anıtkabir’i ziyaret edenlerin sayısının açıklanmasını yasakladılar. Antropoloji kitabını kameralara uzatıp, bakın raflarda kafatasları var, işte vesika burada, Mustafa Kemal’in imzası var, insani midir dediler. Atatürk’ün canlı ağaç müzesini sattılar.
Devlet Nişanı’ndaki Atatürk siluetini sildiler. Birileri bize Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı dediler. İstanbul’un fethini kutlayıp, İstanbul’un kurtuluşunu kutlamadılar. Çanakkale Zaferi’ni Atatürksüz kutladılar. İzmir Marşı’na siyasi dediler, bu marş çalınmasın dediler. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nu destekleme yönetmeliğini ortadan kaldırdılar, Atatürk’le ilgili proje veya yüksek lisans yapanlara fonu kestiler. Selanik’teki Atatürk evinde güya tadilat yaptılar, eşyaları attılar, sanırsın kiralık evdir, bomboş bıraktılar, ziyaretçilerin duygularını yazdığı anı defterini bile yok ettiler. Böceğe Atatürk ismi verdiler. İçimize kanı bozuklar, sütü bozuklar sızdı, 1923’te koskoca 650 yıllık çınara darbe yaptılar, Cumhuriyet kurdular dediler.
Devlet televizyonu TRT’de Atatürk’e rüşvetçi dediler. Atatürk döneminde TBMM’de Allah’a küfrediliyordu dediler. 10 Kasım’da saat 9’u 5 geçe kenefe gidin, Mustafa Kemal’in verdiği zararı Yunan yapmazdı, keşke Yunan galip gelseydi diyen, kafasında fesle dolaşan tımarhanelik herifi, Cumhurbaşkanlığı sarayında tarih otoritesi, bilim adamı olarak ağırladılar. İngiliz maşası, vatan haini, ruh hastası Rıza Nur’un “Atatürk eşcinseldi, Çankaya’yı kerhaneye çevirdi, 30 kadınla aynı anda mum söndü yaptı, ilk meclisin milletvekilleri pezevenkti” gibi, meczup iftiralarıyla dolu kitabının editörünü, akil adam yaptılar. Fıkra anlatıyorum ayağıyla Atatürk’e ibne dediler. Afet İnan’a dil uzattılar, Atatürk’ün manevi kızıyla nikâhsız birliktelikle yatıp kalktığını söylediler. Mübarek anamız Zübeyde Hanım’ın aslında fahişe olduğunu, Selanik’te genelevde çalıştığını, Atatürk’ün piç olduğunu söylediler. Kimse Atatürk demesin, Türk demesin, orijinali Yunan, Türk’e benzemiyor, keşke Atatürk olmasaydı dediler.”
Atatürk, 1923 – 1938 arası 15 yıl iktidarda kaldı. Sayın Dr. Erdal Atabek bu 15 yılla AKP’nin iktidarda bulunduğu 15 yılı, 13 Kasım 2017 tarihli Cumhuriyet’te şöyle karşılaştırdı:
“1. Atatürk, siyasal iktidarı sultan ve halife olan tek adamın elinden alıp kurduğu Büyük Millet Meclisi’ne devretti.
AKP ise, Büyük Millet Meclisi’nin yetkilerini “Tek Adam Olarak Cumhurbaşkanı”na devretti.
2. Bağımsızlık Ata’nın karakteri, Cumhuriyetin siyaseti oldu.
AKP, Amerika himayesinde İslamcılıktan, Rusya himayesinde İslamcılığa savruluyor.
3. Hukuk alanında uygar Batı’nın laik hukuku temel alınarak devrim yapıldı.
AKP, adım adım Sünni İslam hukukunu geri getirmeye çalışıyor.
4. Eğitim laik temelde köylerden üniversiteye kadar bilimsel yapıda yeniden kuruldu.
AKP, imam hatipler yoluyla Sünni İslam temelli eğitimi yaygınlaştırıyor.
5. Halkevleri kurularak halkın bilim sanat alanında bilinçli eğitimi yaygınlaştırılıyordu.
AKP, camiler, imamlar ve Kuran kursları yoluyla halkı tarikatların elinde inanç alanına yönlendiriyor.
6. Atatürk, halkın dinini öğrenmesini, aracılık yapan yobazların etkisiz kılınmasını amaçladı. Laikliğin amacı buydu.
AKP, tersine, halkı tarikatların, şeyhlerin, şıhların eline bıraktı, onlardan siyasetinde yararlanmayı esas yaptı.
7. Atatürk köylüyü milletin efendisi kabul etti. Kalkınmayı, eğitimi köyden başlattı.
AKP, köyü kente getirdi, varoşları yarattı. Onlardan oy deposu olarak yararlandı. Kentleri betona çevirdi.
8. Atatürk, tarımı kendine yeterlilik amacına göre destekledi. Ülke, her ürünü üretti, ihraç etmeye başladı.
AKP tarımı yok etti. Artık buğday ve saman dahil her ürünü dışarıdan getirip dövizle ödeyen ülke olduk.
9. Atatürk, yerli sanayi hamlesi başlattı. Bankalar kuruldu, yerli sanayi desteklendi. Karma ekonomi esas alındı.
AKP, kapitalist özelleştirmeyi temel yaptı, her şeyi satarak bugün halkı şirketlerin eline bırakan ortamı yarattı. Hiçbir şey artık ‘yerli’ ve ‘milli’ değil.
10. Atatürk, ülkeyi savaştan barışa taşıdı. Komşularla barış antlaşmaları gerçekleştirdi.
AKP ise ülkeyi barıştan savaşa soktu. Bugün, ülke içerde de dışarda da savaşıyor. Geleceği belirsiz bir dönem yaşanıyor.
11. Atatürk, dost komşuları olan bir ülke yaratmıştı.
AKP döneminde ülkenin hiç dostu kalmadı. Her komşu bir anlaşmazlık konusu ile kavgalı hale geldi.
12. Atatürk dönemi, bütün çağdaş sanatların toplumun içinde yaşadığı bir dönem oldu. Klasik müzik, tiyatro, opera, bale, resim, heykel, mimarlık toplumun can damarı oldu.
AKP dönemi, sanatın küçümsendiği, önemini yitirdiği bir dönem oldu. Resim, heykel sanatı terk edildi. Müzik bir yana bırakıldı. Opera, bale geleneğe uygun bulunmadı. Böyle de sürüp gidiyor.
13. Atatürk ‘kadın’ gerçeğini toplumda layık olduğu yere yüceltti. Kadını kafesten ve peçeden kurtardı. Erkekle eşit yerine koydu.
AKP kadının erkeğe itaatini esas olan bir din temelli sistem yarattı. Örtünme, çarşafa girme geri getirildi. Kadın cinayetlerinin böyle yaygınlaşması rastlantı değildir.
14. Atatürk döneminin Köy Enstitüleri sadece bir eğitim kurumu değildir. Köyden başlayan kalkınmanın simgesidir.
AKP için ise, köy bir propaganda alanıdır. Muhtarlar toplantıları, kutsal söylemler eğitilecek topluluklar değil, destek verecek alanlardır.
15. Atatürk, Türkiye için “çağdaş uygarlık” hedefini göstermişti.
AKP için “çağdaş uygarlık”, İslam ülkelerinin birleşmesi, İslami yaşam biçiminin topluma kabul ettirilmesidir.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Yüce Atatürk 1923 yılında şöyle demişti:
“Bizi yanlış yola yönelten soysuz kimseler bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din niteliği altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Halbuki, Allah’a şükürler olsun hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız; artık bizim, dinin gereklerini öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına gereksinmemiz yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esaslarını anlatmaya yeterlidir.” (Atatürk’ün S.D.II, s. 127)
Bir İtalyan profesör, 10 Kasım 1938’de yazdığı yazıya şöyle başlar:
“Sezar, İskender, Napolyon ayağa kalkınız, büyüğünüz geliyor…”
Şimdi, yayılımcılığın işbirlikçisi bir takım cüceler, tüm dünyanın önünde saygı ile eğildiği Yüce Atatürk’ün kurduğu laik Cumhuriyeti, çağ dışı dogmaların batağında boğmaya çalışıyorlar.
Boşuna uğraş! Ne yaparsanız yapın, ne söylerseniz söyleyin, nerenizi yırtarsanız yırtın, “Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan” Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkamayacaksınız!