HEM ELİM SIKILDI, HEM DE CANIM…
Genellikle selamlaşmak ereğiyle, birbirine sağ elini uzatarak el sıkışma anlamına gelen “toka” sözcüğünün İtalyancadan dilimize girdiğini Ali Püsküllüoğlu’nun sözlüğünden öğrendim.
Birbirleriyle önceden tanışanlar, el sıkışmayı “merhaba”, “hoş geldin” veya “hoşçakal” anlamında; yeni tanışanlar da, “tanışmaktan sevinç duydum” anlamında kullanırlar.
*
Günlük yaşamda insanların en çok yaptıkları beden hareketlerinden biri olan “el sıkışmak” konusunu neden köşeme taşıdığımı anlatacağım.
Son günlerde üç ayrı kişiyle “el sıkışmak” eylemi (!) içerisine girdim.
Bunlardan ikisi ellerini bana uzatarak elimi sıktılar, birine de ben elimi uzattım ama, elim havada kaldı. Karşımdaki kişi, elimi sıkmadı!
*
Anlatmaya öncelikle, elimi sıkmaktan kaçınan kişiden başlamak istiyorum.
“Kişi” sözcüğü, insan, kimse anlamı taşır. Ancak, halk ağzında, kadına göre evin erkeği, koca anlamlarında da kullanılır. Yanlış anlaşılmasın, benim sözünü ettiğim kişi bir kadın, üstelik bir öğretmen!
Elimi sıkmaktan kaçınan kadın ve eşi (O da öğretmen), evimin hemen karşısında evleri olan bir yakınımın arkadaşlarıydı. Bir gün onlara gelmişlerdi. Ben de onlarla beraber kapıdaydım. Daha önce de uzaktan tanışmıştık. Yaş olarak benden küçüktüler. Meslektaş olduğumuzu biliyorlardı.
Yakınım olan ailenin bireyleri onlara hoş geldiniz dedikten sonra ben de elimi uzatarak, “Hoş geldiniz” dedim. Kocası elimi sıkmasına karşın, türbanlı hanım öğretmen elimi sıkmadı. Sadece “hoş bulduk” demekle yetindi. Havada kalan elimi birkaç saniye ne yapacağımı bilemeden öyle tuttuktan sonra indirdim ve oradan ayrıldım.
Aslında, bir kadın elini uzatmadan, bir erkeğin ona el uzatmaması; içinde yaşadığımız toplumun son dönem gelenekleri arasında olduğunu biliyordum.
Ama, halen öğretmenlik yapan, kızım yaşındaki bir meslektaşımın benim elimi sıkmaktan kaçınacağını hiç düşünmemiştim.
Bu davranış, Atatürk’ün kurduğu Laik Cumhuriyet’e ve O’nun devrimlerine karşı başlatılan karşı devrimin günümüzdeki boyutunu göstermiyor mu?
*
İkinci, el sıkışma eylemini 29 Ekim 2013 gecesi yaşadım.
Niksar ADD’nin düzenlediği “Cumhuriyet Balosu” na katılmıştım.
Gecenin sonlarına doğru, tam salondan ayrılacaktım ki, Tokat YCHP Milletvekili Orhan Düzgün’ün geleceği duyuruldu.
Son üç yıl içerisinde YCHP ile ilgili birçok eleştiri yazısı yazmama, Sayın Düzgün’e birkaç kez açık mektup yayınlamama karşın kendisini hiç görmemiş, yüz yüze tanışmamıştım.
Salondan ayrılmayıp, Vekilimin gelmesini bekledim. 40 – 45 dakika sonra Sayın Vekil salona geldiler. Girişten başlayarak orada bulunanlarla el sıkışarak benim de bulunduğum masaya doğru ilerlediler. Masanın baş kısmında oturuyordum. Orhan Bey bana yaklaşırken ayağa kalktım, uzatılan eli sıkarken kendimi de tanıttım. Ancak, Sayın Vekil, elimi sıkarken gözü ile bir sonra sıkacağı ele bakıyor ve beni duymuyordu. Dolayısıyla elimi sıkmasına karşın kendisiyle tanışamadım.
Yerime otururken acı acı gülümsedim ve “keşke salondan daha önce ayrılsaydım” diye düşündüm. Sayın Vekil, İlçe Başkanı ve diğer partililerin masasına oturup, onlarla kadeh kaldırırken ben de sessizce salondan ayrıldım.
Nasıl ki, bir türbanlıya, “hoş geldiniz” diyerek elimi uzatmak yanılgısına düşmüşsem, bir politikacıyla tanışma isteğim de aynı şekilde bir yanılgı idi!
Çünkü o vekil, kamuoyu önünde kendisine yazılı olarak sorduğum sorulara yanıt verme alçakgönüllülüğünde (tenezzülünde) bulunmamış, kendisine oy veren bir seçmenini umursamamıştı.
Politikacının seçmeniyle el sıkışması, sıradan, içtenlik taşımayan, büyücülerin yaptıkları geleneksel törenler, ayinler (ritüel) gibi bir şeydi…
*
Üçüncü el sıkma eylemini 2 Kasım 2013 günü yaşadım.
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Avukat Prof. Dr. Metin Feyzioğlu, Tokat Eğitim-İş’in çağrılısı olarak Tokat’a gelmişti. Kültür Sarayı’nda bir konuşma yapacaktı.
Metin Feyzioğlu, 36 yaşında Profesör olmuş (Dedesi Turhan Feyzioğlu 33 yaşında Prof. olmuştu), 2012 yılında CHP Parti Meclisi Üyeliğine getirilmiş, 2013 yılında da Türkiye Barolar Birliği’nin 8. Başkanlığına seçilmiş, adli yılın açılışında yaptığı konuşma ile büyük bir beğeni toplamıştı. O’nun TED Ankara Koleji’nde okuduğu yıllar, ben Ankara Gazi Lisesi’nde öğretmendim.
Böylesine yetenekli ve ünlü bir kişiyi dinlemek üzere Tokat’a gitmiş, Eğitim-İş binasında yapacağı basın toplantısına da katılmıştım.
Belirtilen saatten çok sonraları geldiği toplantıda, gelir gelmez herkesin elini sıkmıştı.
Elim sıkılırken, bir bilim adamının, bir politikacı gibi el sıkması bana şaşırtıcı gelmişti.
Sorulan sorulara yanıt verirken bir ara konu güncel olan türbana gelmişti. Kendisine, bu konuda “Cumhurbaşkanı, Başbakan, Amerika Adana Başkonsolosu, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu bu konuda çok mutlu olduklarını söylediler. Siz ne diyorsunuz?” dediğimde: “Kılıçdaroğlu’nun mutlu olduğunu sanmıyorum” yanıtını verdi. Ben, Kılıçdaroğlu’nun herkesin gözünün içine bakarak ve de gülerek böyle dediğini söylerken Metin Bey beni dinlemiyor, oradaki küçük bir çocuğu seviyordu. “Beni dinlemiyorsunuz” dediğimde, yanıt olarak, “Siz şimdi hepiniz buradan çıkıp bir cami hocasını kazanmaya çalışınız. İşte o zaman başarı kazanılır” dedi.
Genç profesörün kendine olan özgüveni en yükseklerde uçuşuyor, karşısındakileri bir sinek gibi görüyordu. Kendisi hakkındaki olumlu, nitelikli bilim adamı şeklindeki düşüncem sarsılmış, tipik, halk avcısı (popülist) bir politikacı ile karşı karşıya olduğumu düşünmüştüm.
Bu düşüncem, akşamüzeri yarım saat geç geldiği Kültür Sarayı’nda yapacağı konuşma öncesi ve sonrasında daha da pekişti.
Beyefendi, tam bir politikacı havasıyla salona girdiğinde, bütün salonu dolaşarak, aralarda oturarak herkesin elini sıktı, gülücükler dağıttı.
Bir Amerikan politikacısı davranışıyla zaman zaman ellerini pantolonunun cebine sokup, sahnede dolaşarak yaptığı konuşmada, ağırlıklı olarak kadınlara zulmeden, erkek egemen toplum yapımızın değişmesi gerekliliğinden söz etti. Hanım izleyicilerden bol bol alkış aldı.
Bir ara, kendisinin doğumundan 9 yıl önce yaşanan 27 Mayıs Devrimi’ni kötüleyip, Dedesi (aynı zamanda manevi babası) olan Turan Feyzioğlu’nun da yapımında görev aldığı 27 Mayıs Anayasası’nı övdü. Genç Profesör, 27 Mayıs’ı hazırlayan nedenleri ya yeterince bilmiyordu ya da içinde yaşadığı ortam gereğince böyle konuşması gerektiğini düşünüyordu.
Sevgili Yekta Güngör Özden Ağabey bir toplantıda, kendisiyle tokalaşan Erbakan’a “Sayın Erbakan, elimi sıkınız ama lütfen canımı sıkmayınız” demişti.
Benim ise, anlattığım bu üç olayda elimin sıkılması da sıkılmaması da canımı sıktı…
Saygın Öğretmenim
Yazınızı beğenerek okudum, gönendim. İzninizle ben de bir anımı paylaşmak isterim:
Yaklaşık 40 yıl önce, bir dinsel bayram günü dayımın oğlu ile örtülü karısı annemin elini öpmeye gelmişlerdi. Öptüler, annem de onları kucakladı. Ben de dayımın oğlunun elini sıktıktan sonra eşine de el uzattım. Elim havada kaldı. Neden böyle yaptığını sordum. Dayımın oğlu, eşinin konuşmasına fırsat tanımadan bana “Dinimizce böyledir. Eşim sana namahremdir” dedi. Ben dayanamadım “Dayımın oğlu, az önce annemin elini tuttun, annemin seni kucaklamasına da izin verdin. Eşin bana namahremse, annem de sana namahremdir. Bir daha annemin eline dokunma” dedim. (Burada anmayayım, olayın sonrası da var.)
O gün bugündür “örtülü” bir bayana el uzatmam.
Geleyim YCHP’lilerin tutumlarına.
“Laikliği tehlikede görmüyorum, türban sorununu biz çözeriz” gibi halkavcılığı (popülizm) söylemleri dile getirenlerin yurt ile dünya sorunlarına çağcıl çözümler getireceğine inanmıyordum. Yazdığınızı okudum, düşüncem pekişti…
Sağ olun, gönenç içinde kalın.
Öğrenciniz Tarık Konal