YERYÜZÜ NE ZAMAN KARANLIK GÖRÜNÜR?
Babam Cumhuriyet ve Hürriyet gazetesi okurdu.
1940’lı yılların sonunda ve 1950’li yılların başlarında, gazeteciden gazeteleri ben alır, öncelikle Hürriyet’teki resimli romanları okurdum.
Niksar’daki evimizden ayrılıp, Tokat Öğretmen Okulu’nda okuduğum yıllar ise artık kendim için aldığım Cumhuriyet gazetesine, Babamın bana gönderdiği paradan her gün bir 25 kuruş ödüyordum. 1950’li yılların ikinci yarısındaydık.
Gazetemi alırken, gazetecide satılan diğer gazeteleri de karıştırır, ilgimi çeken yazıları okurdum. Sanırım, Hürriyet’te Nihat Sami Banarlı’nın bir yazısında okumuştum:
Yazar, “Yeryüzü insanlara en karanlık ne zaman görünür?” sorusunu soruyor ve “Sevdiği, güvendiği insanlardan beklemediği bir davranışla karşılaştıkları zaman” yanıtını veriyordu.
Bu sözü, aradan 60 yıla yakın bir zaman geçmesine karşın hiç unutmadım.
***
Herkes bilir ki “sevmek” her şeyden önce inanmak, güvenmek, bölüşmektir.
Bir kadın bir erkek arasındaki çok özel sevgiden, aşktan söz etmiyorum. Tüm insanlar arasındaki genel sevgiden, arkadaşlıktan, gönüldeşlikten (dostluktan) söz ediyorum.
Yaşamımızda iki tür insan var:
Birincisi, biz seçmeden yaşamımıza girenler, ikincisi kendi seçimimizle yaşamımıza girenler!
Biz seçmeden yaşamımıza giren, anne, baba, kardeş, hısımlarımızla olan ilişkilerimiz, kendi seçtiğimiz kişilerle olan ilişkilerimizden ayrımlıdır (farklıdır). Onlar bir olgudur. (De facto)
Onları, genelde olduğu gibi kabullenir, yargılamaktan kaçınır, yaşamımızdan dışlamakta zorlanırız.
Kendi seçimimizle yaşamımıza giren eş, gönüldeş, arkadaşlarımızdan olan beklentilerimiz daha fazladır.
Nesnel olarak bir şey beklemezsek de, bizim onlara duyduğumuz sevgi devam ettiği sürece, onlarda da bize karşı geçici olmayan bir sevgi (vefa) ararız.
Bunu görmediğimiz zaman da incinir, yıkılırız.
***
Şimdi sonsuzluğa göç eden benden 8 yaş küçük bir kardeşim vardı. İyi bir öğrenim görmüştü. Başarılı bir mimardı. Ancak yaşamında iki renk vardı. Siyah ve beyaz! Gri renkler yoktu. Onun için insanlar, ya çok iyi, ya da çok kötüydü. O, bir insanı olumlu ve olumsuz yönleriyle birlikte düşünmez, benimsemezdi.
Bir gün oturup kendisini eleştirmiştim. Bir siyasi parti O’nu kentin belediye başkanlığına aday göstermişti. Bu yapısıyla o işi yapması zordu. Söylediklerimi dinlemiş ama bana da kırılmıştı.
Kent merkezine 20 Km. uzaklıkta yaşıyordum. Bir gün evimin bahçesinde otururken O’nun arabasıyla bulunduğum yöne doğru geldiğini görmüş, sevinmiştim.
Ancak kardeşim, benim evimin önünden geçmiş, komşu eve gitmişti. Oradan çıkınca bana gelir diye beklemiştim. Ancak kardeşim gelmemiş, tekrar evimin önünden, benim yönüme bakmadan, çekip gitmişti.
Çok üzülmüş, günlerce kardeşimin bu davranışını anlamaya çalışmış, anlayamamıştım.
***
Bir yakınımın yakını, evimin yanındaki arsaya ev yaptırıyordu. Konuşmuş, kaynaşmış, arkadaş olmuştuk. Kent merkezine uzak bir yerdeydik. Evimin tüm olanaklarını ona sunmuştum. Bir oda ve evimin anahtarını da vermiştim. Beraber yiyor, içiyor gündelik yaşamımızı sürdürüyorduk. Bir gece gelmedi. Ertesi gün de görünmeyince, kaygılanarak telefon ettim. “Ağabey, kentte bir otelde kalıyorum” dedi. Sordum, neden, burada rahat değil miydin, bir şey mi oldu? “Hayır” dedi, “Zaten işçi getirip, götürüyordum. Böylesi daha iyi!”
Bana doğru söylemiyor gibi geldi.
Üsteledim, “Kesinlikle bir şey yok” dedi.
Canım sıkılmış, kendimi aşağılanmış gibi duyumsamış, üzülmüştüm.
Bir şey olmuştu ama ben bilmiyordum. Arkadaşın davranışını anlayamamıştım.
***
Oğlum yaşında genç bir arkadaştı. Çok zeki, çalışkan ve yetenekliydi. Elektronik işiyle uğraşıyordu. Kendisi gibi güler yüzlü, ev işlerinde yetenekli bir eşi vardı. İki küçük çocuğu bana “dede” diyorlardı. Resme karşı çok yetenekli olan bu torunlarımı çok seviyordum.
Sık sık görüşüyor, beraber yemek yiyor, tavla oynuyorduk. Kaybetmekten hoşlanmıyordu. Aile büyükleriyle de tanışmış, onları da sevmiştim.
Kente indiğim zamanlar işyerine uğruyor, çay – kahve içiyor, söyleşiyorduk.
Tanışalı beş yılı geride bırakmıştık.
Bir gün yine kente inmiş ve O’na da uğramıştım. İşyerinde başka arkadaşları da vardı.
Bana karşı her zamanki sıcak tavırları yoktu. Uzak duruyordu. Oradan hemen ayrıldım. Sonraki günlerde bu uzak duruşu daha çok duyumsadım.
Kendisine sordum, bir şey mi oldu, seni üzen bir davranış mı sergiledim, dedim.
“Hayır” dedi. “Kesinlikle bir şey yok!”
Doğru söylemiyordu. Bir şey olmuştu ama ben bilmiyordum.
Genç arkadaşımın davranışını anlayamamış, üzülmüş, kendimi aşağılanmış gibi duyumsamıştım.
***
Nerede okumuştum, anımsamıyorum:
“Dostlukları korumak kristal bir eşyayı korumaktan daha zordur” diyordu bir bilge kişi… Gönüldeşliğin, ilgi isteyen özen, bakım isteyen bir iş olduğunu vurguluyordu.
Gönüldeş, sevilen ve güvenilen kişidir.
Yalnızlık, ancak bir gönüldeşle giderilir. Sevgi ve güvenin olmadığı yerdeki kalabalıklar kişinin yalnızlığını gidermez.
- yy. Fransasında, söylediği özdeyişler ve güldüren sözleriyle ünlenen La Rochefoucauld, “Başkalarına karşı beslediğimiz güvenin en büyük kısmını doğuran kendimize olan güvenimizdir” diyor.
Düşünmeden edemiyorum:
Acaba kendime olan güvenimi mi yitirdim?