(Okunması ve üzerinde düşünülmesi gereken) İKİ YAZI
(OKUNMASI VE ÜZERİNDE DÜŞÜNÜLMESİ GEREKEN)
İKİ YAZI
Çoktandır, bir süre önce okuduğum iki yazıyı, beni izleyen arkadaşlarımla paylaşmak istiyordum.
Bunlardan ilkini Melih Karakelle isimli, elektronik işleriyle uğraşan, şimdi İngiltere’de yaşayan bir yurttaşımız yazmıştı.
Yazının adı “Türkiye’den Neden Taşındım” dı.
Yazıyı özüne bağlı kalarak, sözcüklerini hiç değiştirmeden, birazcık özetleyerek vereceğim.
Melih Karakelle, yazısına “yozlaşma”, “Cahil”, “aptal” sözcüklerinin anlamlarını açıklayarak başlamış.
Yozlaşmayı “toplumdaki çürümüşlüğün kural olarak benimsendiği, değerlerde geri dönülemez bir çöküş yaşandığı”;
Cahilliği “toplumdaki kurallara uyacak düzeyde eğitilmemiş veya tersi yönde eğitilme”;
Aptallığı da, “bir hakaret olarak değil” “ortalama zekanın altında olmak” şeklinde tanımlamış.
Melih Karakelle sonra yazısına şöyle devam etmiş:
“Toplumlarda cehaletin önüne geçmenin kritik bir eşiği vardır.
Bu eşik, birim aklıselim kişi başına düşen cahil sayısı olarak ifade edilebilir ve eşiği var eden şey de aklıselim kişinin eğitebileceği cahil sayısının sınırlı olmasıdır.
Bu eşik değer aşıldığında, yozlaşmanın önündeki tek engel devlettir.
Devlet, toplum içerisindeki cahillerin ve aptalların, toplumun geri kalanına zarar vermeyecek düzeyde eğitiminden sorumludur.”
… . . . . . .
“… Türkiye son 12-13 yılda artarak devam etmekle beraber son 30 yıldır, Özal ile başlayan bir çürüme süreci sonucu artık tam olarak yozlaşmış bir ülke!
Bunu ağzımdan salyalar akarak falan söylemiyorum. Bunu tüm ailemi ve arkadaşlarımı bırakıp taşınmak zorunda kalmış biri olarak son derece büyük bir hayal kırıklığı ile söylüyorum.
Şu an Türkiye’de cehalet bir norm olarak toplumun genelinde kabul görüyor ve kişi başına düşen cahil sayısı, bu kişilerin kişisel emek ve finansmanları ile eğitebileceğinin çok ötesinde.
Üstelik, Cehaletin iktidar olduğu bir noktadayız ve zaten fazla sağlıklı olmayan devlet geleneğimiz de yerle bir olduğu için devletin var olan durumda cehaleti bırakın önlemek, körüklediği gerçeği ile karşı karşıyayız. Bu durumda, günümüz Türkiye’si basitçe, yozlaşmış bir toplum olarak tarif edilebilir, çünkü kritik eşik aşılmış, çürüme toplumun genelini sarmıştır.
Bu durumda en komiğime giden ise “CHP adam gibi muhalefet yapsa” gibisinden günlük hayatta hiçbir pratiği olmayan bir durumun olası tek kurtuluş olarak görülmesi!
Bu sözleri sıklıkla dile getirenlerden tek talebim kendilerine bir siyasi parti kurup CHP yi beklemekten vazgeçmeleri. Bunu CHP den daha iyi muhalefet yapacaklarını düşündüğüm için istemiyorum. Aksine, cehalet ve yozlaşmadan beslenen bir toplumun artık akıl-mantık ile kurtarılamayacağını anlamalarını umduğum için istiyorum.
Çünkü gördükleri güçlü muhalefet hayalinin toplumu kurtarması artık mümkün değil.
Ülkede hırsızlığın kötü bir şey olduğunu düşünen kişi sayısı %50’nin altında ise siz bu insanlara değerler ve uzun vadeli planlar üzerinden hiçbir şey anlatamazsınız.
Yakın tarihte bunun birçok örneği yaşandı. Örneğin, 1960’lar Afganistan’ına, İran’ına Lübnan’ına, Mısır’ına bakın. Bir de bu günkü haline bakın!
Aşağıdaki fotoğraf 1960’lar Afganistan’ından. 1970-80’ler Türkiye’sine ne kadar benziyor değil mi?
Afganistan’ın ve diğerlerinin bu noktada kaybettiği şey, dini özgürlükler falan değildi. Onlar, cehaletin önlenmesiyle ilgili savaşı kaybettiler.
Toplumlarında cahil olmak geçer akçe oldu. İktidara gelenler meydanlarda eğitimli insanları “monşerler” diye yuhalatıp da cehaletten beslenince oldu bunlar. Sonrasında cahil bir milleti yönetmenin en kolay yolu olan din öğesi ön plana çıkmış olabilir. Ancak bütün bu ülkeler yozlaşarak bu duruma geldiler, dindarlaşarak değil.
Türkiye yozlaşmada komşularına göre biraz yavaş hareket etti. Bunu ister “Atatürklü yıllar sayesinde” diye tarif edin, isterseniz de “Avrupa’nın burnunun dibinde tüm bu Ortadoğu pisliği ile arasındaki tampon olduğu için, Avrupa tarafından kollandı” diye tanımlayın ama Türkiye için de süre sonunda doldu.
Şu an, günde ortalama 12 saatini TV’de bol tecavüzlü, aldatmalı, dolandırmalı, abisinin karısına sulanmalı diziler ve evlilik programları izleyerek geçiren, kendisi dışında kimseye saygı göstermeyen, çıkarı uğruna yaptığı her şeyi mubah sayan, kaba davranmayı geçer akçe sanıp ülke yönetimini bile kabadayılığa teslim eden bir topluma dönüşmüş durumdayız.
Bu toplum çocuk yetiştiriyor. Bu çocuklar siz ne kadar uğraşsanız da aynı okula gittiği çocuğunuzun davranışlarını şekillendirecek. En az bir 70 yıl aynı toplumda yaşayacak. Bu noktada artık yapılabilecek hiçbir şey olmadığı gibi bir şeyler yapmaya çalışmak da enerjinin boşa harcanması dışında bir sonuç doğurmaz.
Birey olarak eğer insanlığa bir faydanız olsun istiyorsanız, milliyetçiliği bir tarafa bırakıp, bu faydayı, sizden bunu talep eden toplumlara yönlendirmeniz çok daha doğru olacaktır.
Ben bu noktada, bana ayrılan sürenin sonuna geldiğime, bir birey olarak hayatımın kalanını düzelmesi mümkün olmayan bu durumun içinde yaşamaya çalışmamın anlamsız olduğuna karar vererek Türkiye’den taşındım.
Gün geçtikçe de aldığım kararın ne kadar doğru olduğunu anlıyorum. Özlem yok mu? Var tabi. Ama daha çok heba ettiğim onca yılın hayal kırıklığı var üstümde!”
***
Okunmasını önemsediğim ikinci yazı ise, “Türkiye’den Neden Taşındım” yazısı üzerine
Zülfü Livaneli’nin yorumu:
“Dünya tarihinde pek çok örneğine rastlandığı gibi, Türkiye’de Cumhurbaşkanı seçilen kişinin de bir iktidar sarhoşluğu içine girerek, ‘’milletin babası’’ rolüne soyunduğu çok açık.
Son olarak sigara içen yurttaşları ‘’Cumhurbaşkanı söylüyor, hala içiyor terbiyesiz herif!’’ diye azarlaması, daha önce felakete uğramış madencilere ‘’İsrail dölü’’ diyerek tekme tokat dalması gibi semptomlar tuhaf bir ruh halinin göstergesi.
Bu duruma 1000 odalı sarayı ve 200 milyon dolarlık uçağı eklediğinizde, dünyanın dikkatinin bu kişi üzerinde toplanmasına ve Batı medyasının eleştiri dozu yüksek yazılar yayınlamasına şaşmamak gerekiyor.
Tarih bize, güç sarhoşluğu çılgınlık boyutlarına yükselmiş ve ‘’tanrılaştığını’’ hisseden siyasetçilerin, ülkelerini felakete götürdüğünü anlatan örneklerle dolu.
Bence ne yazık ki Türkiye de bu eğik düzleme girdi.
Ama esas soru şu: Tayyip Erdoğan bu durumu yaratan kişi midir yoksa bir sonuç mu?
Soruyu başka türlü sorarsak; Erdoğan iktidardan gittiği zaman Türkiye’nin yönetim sorunu bitecek midir?
Buna ‘’Evet’’ cevabı verebilmeyi çok isterdim çünkü bu, çok kolay bir çözüm olurdu.
Ama ne yazık ki cevabım ‘’Hayır!’’
Her ne kadar, kişilerin tarihte oynadığı rolü inkâr etmesem de biliyorum ki Tayyip Erdoğan sebep değil bir sürecin sonucudur. Ve sorun, onun gitmesiyle bitmeyecektir.
Sorun onu iktidara getiren, üst üste dokuz seçim kazandıran, bir sürü yolsuzluk ve yönetim skandallarına rağmen körü körüne peşinden giden halktır. Daha doğrusu halkın bir bölümüdür.
Bu halk yığının Anadolu Müslümanlığıyla, gelenekle, ahlakla, haram helal kavramıyla, merhametle, şefkatle hiçbir ilgisi yoktur.
Köyden kente göçle başlayan, ne köylü ne kentli olabilen, bütün değer ölçülerinden kopmuş, vahşi birer yaratık haline gelmiş, talandan yalandan pay kapmaya çalışan ve literatürde ‘lumpen proletarya’ olarak tanımlanmış olan kitledir bu.
AKP’ye oy vermiş olanların tümünü böyle yaftalamak doğru değil elbette. İçlerinde düzgün ve samimiyetle oy veren seçmenler de olabilir.
Ama o kitlenin genel karakteristiği budur.
Bu kesim kendini önce arabesk müzikle gösterdi. Güzelim türküleri, geleneksel şarkıları, Anadolu’nun büyük şiir geleneğini terk eden insanlar, bir anda mide bulandırıcı seslere, insanın kulağını tornavida gibi delen elektro bağlamalara, içinde hiçbir hakiki lirizm ve hüzün barındırmayan ‘’Ben de isterem!’’ saldırganlığına kaptırdı kendini.
Şehirler kaçak mahallelerle, üzerinde demir filizleri bırakılmış sıvasız çirkin yapılarla, lağım kokan mahallelerle doldu.
Suç oranı ve özellikle kadına karşı şiddet akıl almayacak ölçülerde arttı.
Bunun adına ‘’muhafazakârlık’’ denilebilir mi? Elbette denilemez.
Aşağı yukarı sayıları kırk milyon dolayında tahmin edilen bu kitle Itri, Mimar Sinan estetiğine de sahip değildir; Anadolu’da yüzyıllarca aydınlık bir nehir gibi akmış olan Karacaoğlan, Pir Sultan, Dadaloğlu temizliğine de.
Dolayısıyla bu kesim muhafazakâr değil, Türkiye’ye çarpık ve ahlak ölçülerinden yoksun bir ‘’modernleşme’’ sunan yeni bir oluşumdur.
Lafı uzatmadan söyleyeyim. Bu kesimin hayatta en çok nefret ettiği model uygarlaşma, kültür, temizlik ve zarafet simgesi Mustafa Kemal Atatürk, kanıyla canıyla savunduğu lideri ise şimdiki cumhurbaşkanıdır.
Kimse kendini aldatmasın. Sayıları çok kalabalık olan bu kesim, ne olursa olsun, hangi skandal patlarsa patlasın sonuna kadar liderini destekleyecek ve Cumhuriyet’e karşı çıkacaktır.
Erdoğan siyasi ömrünü tamamlasa da ona benzeyen başka bir lider bulmakta gecikmeyecektir.
Çünkü Türkiye’nin çürüyen kesimi, bu bozulmayı önce müzikle, sonra hayatımızın her alanına egemen olan lumpenleşme ve arabeskleşmeyle ifade etmeye devam ediyor.
Gafil aydınlardan (!) destek alan lumpen kültür, örgütlü cehaletle beslenerek kılcal damarlarımıza kadar yayılıyor.
Bu manzaraya, lumpenlerin ele geçirdiği muazzam para ve iktidar gücünü de eklerseniz geleceğin hiçbirimiz için kolay olmadığı çok açık.
Erdoğan bu kitlenin lideridir ve onun yokluğunda yeni bir lider bulacaklarına hiçbir kuşku yok.
Mustafa Kemal aydınlığını savunan kitleler birleşene ve kendi aralarındaki çelişkileri gidererek, evrensel değerleri savunan bir Türkiye kültürü yaratana kadar acılar devam edecek.”
****
(Okurlarıma: Bir İstanbul dergisinin istediği Âşık Veysel’le ilgili bir anı yazısı ve bir arkadaşımın yazdığı özyaşamöyküsel (otobiyografik) bir yazıya katkıda bulunmamın dışında son bir aydır yazı yazmadım.
Bilisizliği (cahilliği) , görgüsüzlüğü, onursuzluğu, dalkavukluğu ve kendini bilmezliği yazılarından akanları, kapısında besleyerek, bundan çıkar sağlayan yandaş bir basın organında, karşıtların tepkilerini azaltmak için yazı yazmaktansa; onları içinde yaşadıkları kokuşmuşluk ortamında bırakıp çıkmanın daha doğru olduğunu düşünerek, karşıdevrimi savunanların bana açtıkları tüm kapıları kapattım.
Bir aydır “Niksar’da İz Bırakanlar ve Niksar Üzerine Yazılar…” adını verdiğim bir yapıt (kitap) üzerine çalışıyorum. Bu konuda yazdığım yazıları, fotoğrafları bir araya getiriyorum. Son beş yıldır hiç ara vermeden yazdığım haftalık yazılarıma bu nedenle ara verdiğimi okurlarıma saygılarımla duyururum. H.K.)