“ATATÜRKÇÜLÜK” VE “TÜRKİYE’DE EĞİTİM” ÜZERİNE…
“Bilgili insan çok şey bilen insan değildir. Bilgili insan, neyi bilmediğini, neyi nasıl öğreneceğini bilen insandır.”
Bu yazıya bir itirafta bulunarak başlayacağım.
Ben, ilk, orta ve yüksek öğrenimim boyunca Atatürk’ün kim olduğunu öğrenemedim. Hatta –ne acıdır ki- çeşitli liselerdeki öğretmenliğimin ilk yıllarında da Atatürk’ün kim olduğunu bilmiyordum.
Gerçi, evimizdeki salon kapısının üstünde asılı olan büyük resimdeki yakışıklı adamın adının Mustafa Kemal olduğunu, henüz emeklediğim yıllarda anne ve babamın adıyla beraber öğrenmiştim.
Okuduğum okullarda da yine bol bol resimleri, büstleri, maskları, heykelleri vardı Atatürk’ün.
Bayramlarda, 10 Kasım’larda hep ondan bahsedilirdi. “Atam, sen kalk, ben yatam”, “Sen ölmedin Atam”, “Yurdu sen kurtardın Atam”lı şiirleri, gözyaşları içinde okurduk.
Atatürk’ün sarı saçlarını, mavi gözlerini, arslan yelelerini, çocukluğunda karga kovaladığını, anasının adını, babasının adını, doğduğu yeri ve yılı, Anafartalar’da savaşlar kazandığını, düşmanı kovduğunu ve Türkiye Cumhuriyet’ini kurduğunu da biliyordum.
Yaşım ilerledikçe ve de okullarda okutulanların dışında başka yapıtlar okudukça bu bildiklerimin O’nu tanımaya yetmediğini, asıl bilmem gereken şeyin çok daha başka olduğunu öğrendim.
Atatürk bir “Aydınlanma savaşçısı” idi.
Ve tüm aydınlanma savaşçıları gibi O’nun asıl yapmak istediği şey, kör inancın yerine aklı, bilimi, eleştirel düşünceyi egemen kılmak istemesiydi.
***
Kurduğu Cumhuriyet’in 88.yılında kutlama törenleri iptal edilen ve ölümünün 73.yılında kerhen anma törenleri yapılan Mustafa Kemal Atatürk bir konuşmasında: “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak, gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki bilim ve fen lisanının koyduğu kuralları, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir…”
“Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur. Benim Türk Milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar”…
Kişiler, yaşadıkları çağın toplumsal koşullarına göre değerlendirirler.
1900’lü yılların başında kapitalizmin şekillendirdiği bir dünyada, kurtuluş savaşı vermiş bir lider yukarıdaki sözleri söylüyordu.
Karıştırın tarih kitaplarını, araştırın, tüm dünyada, geride kalanlara sadece aklı, bilimi ve eleştirel düşünceyi manevi miras olarak bırakan aydınlanma savaşçısı ikinci bir lider var mı?
Dinsel eğitim ve öğretimin egemen olduğu bir toplumdan çağdaş bir ulus yaratmak ve akıp giden zaman içerisinde hep çağdaş kalabilmek, çağdaşlığın ne olduğunu iyi bilmekle olasıdır.
Çağdaşlık bir bilinç işidir. Bir itikat, inan işi değildir. Bilinç, bilgi yöntemidir. Descartes’in akla çağrısı soru sorma yöntemini belirler. Soru kuşkuyu açığa çıkarır. Kuşkunun olmadığı yerde bilim ve bilinç olmaz. Körü körüne tapınma olur.
İşti Atatürk’ün ulusunu eğitirken temel çizgisi budur. Akıl ve bilinç.
Günümüzde artık tüm dünya, çağımıza “Bilgi Çağı” adını veriyor. Artık ülkelere “Gelişmiş ülkeler” ve ya “Gelişmekte olan ülkeler” denilmiyor. “Bilgiye ulaşanlar” veya “Bilgiye ulaşamayanlar” deniliyor.
“Bilgi toplumu” olmanın temel gereği ise eğitimdir. Eğitim, “bilgili insanı” yetiştirir. “Bilgili insan her şeyi bilen insan değildir. Bilgili insan çok şey bilen insan bile değildir. Bilgili insan neyi bilmediğini, neyi nasıl öğreneceğini bilen insandır.
Türk Eğitim Sistemi, 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen “Öğretim Birliği Yasası”ndan sonra birlik ve bütünlüğe kavuşmuş, lâik ve bilimsel eğitim amaçlanmıştır. Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra, O’nun koruyuculuğundan mahrum kalan Türk Eğitim Sistemi, özellikle 1946 yılından itibaren cehalet ve aptallığın saldırısına uğramış ve “Türk aydınlanma savaşı” duraklamaya uğramıştır. Örneğin, Eğitim-İş Genel Başkanı Veli Demir’in şu tespiti, aydınlanma karşıtlarının çabalarını ortaya koymaktadır: “2002-2003 eğitim-öğretim yılında 64 bin 534 olan imam hatip liselerinde okuyan öğrenci sayısı, 2010-2011 döneminde 235 bin 639’a çıktı. Aynı şekilde okul ve derslik sayılarında da geçmiş yıllara göre önemli artışlar oldu. 2010 yılında diğer okullarda okuyan yoksul öğrencilere verilen karşılıksız burs miktarı azalırken İmam Hatip Liselerinde okuyan öğrencilere aktarılan burs kaynağı yüzde 300’e yakın oranda artırıldı. Karşılıksız burs verilen imam hatip liseli öğrenci sayısı 2009 yılında 3 bin 857 iken, 2010 yılına gelindiğinde bu sayı 24 bin 395’e çıktı. Bakanlık yoksul çocukların tamamını eşit koşullarda kucaklayacak önlemleri zaman geçirmeksizin almalı ve sosyal devlet olmanın gereğini yerine getirmeli.”
Türk Ulusal Eğitimi’nin Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindeki eğitim politikalarının ve uygulamalarının eğitim bilimi felsefesi çerçevesinde ele alınması ve geliştirilmesi gereken en üst karar ve danışma birimi olan Talim ve Terbiye Kurulu’nda çalışanların büyük çoğunluğunun “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” branşı öğretmeni olması ilginç değil midir?
Bugün Türkiye’de zorunlu temel öğretim seviyesinde bile öğrencilerin 1/5’nin okula gidemediğini görüyoruz. İnsanın zihinsel gelişiminin en önemli evrelerinden biri olan “okul öncesi dönem” eğitiminde oran % 5’dir. (bu oran sanayileşmiş ülkelerde % 65’tir.)
Türkiye’de “kadın eğitimi” ve “bölgesel eğitim” programları yoktur. Kaldı ki gelişmiş ülkelerde “yaşam boyu” eğitim vardır.
Türkiye’de öğretmenlerin statüleri çağın gereklerine uygun değildir. Bu nedenle de öğretmen kalitesi yeterli seviyede değildir. Halbuki kaliteli eğitim ancak kaliteli öğretmenle mümkündür.
Bakın, Atatürk 27 Ekim 1922 tarihinde, Bursa’daki Şark Tiyatrosu’nda bir araya gelen öğretmenlere şöyle seslenmişti: “Hanımlar, beyler, bugün ulaştığımız nokta hakiki kurtuluş noktası değildir. Hakiki kurtuluşa medeni, çağdaş, ilme, fenne, insanlığa saygılı; istiklâlin değerini ve şerefini bilen; hurafelerden arınmış, fikri ve vicdanı hür bir cemiyet olduğumuz zaman ancak ulaşabiliriz. Öğretmenler, ordularımızın şimdi aramızda bulunan yiğit komutanlarının idaresinde kazandığı zafer, sadece eğitim ordusunun zaferi için zemin hazırlamıştır. Hakiki zaferi, cehaleti yenerek siz kazanacak ve koruyacaksınız. Çocuklarımızı ve geleceğimizi ellerinize emanet ediyoruz. Çünkü Kurtuluş Savaşı’nın sebeplerini, anlamını ve nelere mal olduğunu çok iyi bilen sizlere yürekten güveniyoruz.”
Bu sözlerin üzerinden 89 yıl geçti.
Günümüzde ülkelerin gelişmişlik düzeyinin en geçerli ölçütü “Eğitim düzeyi”dir. Eğitim, sadece öğretmenlerin, ana-babaların sorunu değil, herkesin, hepimizin ortak sorunudur. “Eğitim, toplumsal kültürü, içine geleceğin kapılarını açacak anahtarı da koyarak, bir kuşaktan ötekine aktarma olduğuna göre, toplumca yarınlarımız ona bağlıdır.”
Bugün, aklı başında birisi çıkıp ta, içeriği ve biçimiyle bir sorunlar yumağı olan “eğitimimize” çağdaş eğitim diyebilir mi?
Cumhuriyet’i kuranların “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” kuşaklar yetiştirme ülküsü ne dereceye kadar gerçekleşti?
Bu sorunun yanıtını 2011 Türkiye’sindeki “siyasal İslam” ın aldığı oy oranına ve de ünlü Rus Şairi Yevtuşenko’nun deyimiyle“okumuşlukları, kendi namussuzluklarını birazcık olsun gidermeye yaramamış” sözde aydınların ihanetine bakarak, kolayca verebiliriz kanısındayım.