“RAMAZAN AYI” ÜZERİNE…
Bilindiği gibi ramazan, hicrî (Arabî) takvimde dokuzuncu aydır.19. yy.’a kadar Osmanlı’da hicrî takvim kullanılıyordu. Hicrî aylar “muharrem” le başlar, safer, rebiyülevvel, rebiyülahır, cemaziyülevvel, cemaziyülahır, recep, şaban, ramazan, şevval, zilkade, zilhicce ile biter. Osmanlı’lar 1839’dan itibaren Rumî (malî) takvime geçtiler. 26 Aralık.1925’ten sonra da milâdî takvim kullanıldı.
Kuranı Kerim’de “ramazan” sözcüğünden bir kez söz edilir. Bakara Sûresi’nin 185.ayetinde, “Kuran’ın bu ayda indirildiği” yazılıdır. “oruç” tan ise sadece üç kez, yine aynı sûrenin 183, 184, 185.ayetlerinde söz edilir. 183.ayette “oruç” un farz kılındığı yazılıdır.
Ramazan ayı, İslam toplumlarında diğer aylardan gerek ibadetteki farklılığı ve gerekse gelenek, görenekleriyle ayrılan bir aydır. Ramazan ayında, diğer aylarda olmayan orucun dışında bir ibadet daha vardır. O da teravih namazıdır.(*) Oruç ve teravih, ramazan ayını diğer aylardan önemli ve renkli kılmaktadır. Ayrıca, “Kadr Sûresi” 1. ayette açıkça “Biz kuranı, kadir gecesi indirdik.” deniliyor. Bu gece İslam inanışına göre “yılın tüm kaderlerinin belirlendiği” gecedir.
İşte bütün bunlar ramazan ayını Müslümanlar için önemli kılmaktadır.
***
Benim, her ramazan ayında çocukluk anılarım depreşir.
Eskiyle yeni arasında her alanda görülen değişiklik, ramazan aylarının algılanışı açısından da kendini gösterir.
Eskiden ramazan hazırlıkları üç ay önceden başlardı. Ramazanda insanların yaşamları neredeyse tamamen değişir, her şey “oruç” a, “iftar” a, “teravih namazı” na, “sahur” a göre planlanırdı.
Çok iyi hatırlıyorum. Üç aylara girdiğimizde rahmetli annemin dudaklarından dualar hiç eksik olmazdı. Hicrî takvimin recep, şaban, ramazan aylarına “üç aylar” denilir. İslamda beş kutsal geceden dördünün bu aylar içerisinde bulunması, bu aylarda daha çok ibadet, hayır-hasenat yapılmasına yol açardı.
Altmış yıl öncesi 12 yaşında ilkokul 4.sınıfta okuyan bir öğrenci idim. Dolayısıyla o ramazanları çok iyi hatırlıyorum. Bizim halkımız zaman kavramını pek önemsemez. “Nah şurada, bir iki sigara içimlik yol” veya “Benim ortanca oğlan zemheride doğmuştu” gibi benzeri cümleler çok kullanılır. Eski ramazanlarda ilk önce zaman kavramı önem kazanırdı. Her şey zamana endeksliydi. Annem ablama seslenirdi: “Nerdeyse cuma salası verilecek, hâlâ hayatı yıkamadın” Evlerin ön tarafında veya içinde bulunan, üstü açık beton veya taşlık yerlere Niksar’da “hayat” denir. “Sala” ise cuma namazına veya cenazeye çağırmak için okunan salavatın kısaltılmış söylenişidir.
Sabahları yine evde bir telaş olurdu. Çünkü okunacak mukabele için eve hoca ve mahallenin kadınları gelirdi. “Mukabele” Arapça bir sözcük! Aslında camilerde hafızların karşılıklı olarak ezbere kuran okumaları anlamına gelir. Bizim eski evimizin üçüncü katı kocaman bir salondu. O salonun bir köşesinde, beş-altı basamakla çıkılan küçücük –sahanlık gibi- bir oda vardı. Salona bakan tarafı bir perde ile örtülüydü. Evi yaptıran anne bir baba ayrı olan ablamın dedesi Hacı Halil Efendi ( Şöhretoğlu Şerife Hanımla evli olan Divriğli Hacı Halil Efendi 1880-1885 yılları arasında Niksar’da belediye başkanlığı yapmıştır.) o salonu sadece ‘mukabele okunması’ için yaptırmış. O yüksek, küçük yerde hoca kuran okurmuş. Benim küçüklüğümde orası pek kullanılmaz, yeni evimizin salonu bu işe ayrılırdı. Ramazanda her mahallede birkaç evde mukabele okunurdu.
Ramazanlarda –özellikle cuma günleri- camilerde namaz kılan cemaat sayısında büyük bir artış olurdu. Namaza giden esnaf dükkânının kepengini kapatmazdı. Dükkânın önüne, oturacak yeri içeri gelecek şekilde ters konulmuş bir sandalye olan dükkân “kapalı” sayılırdı. Hiç kimse o dükkâna girmezdi. Hırsızlık olayı hemen hemen hiç görülmezdi. Camiler namaz kılmaya gelen insanlarla dolup taşardı. İçerde yer bulamayanlar, caminin dışına serdikleri kilim, hasır gibi seccadelerde namaz kılarlardı. Niksar çarşısında “cuma namazı” sırasında tek bir insan göremezdiniz. Namaz vakti yaklaşınca herkes çeşmelere gider, abdest almak isteyenler kuyruk oluştururdu.
İftar vakti minarelerin şerefelerinde çepeçevre yanan lambalarla beraber kaleden “top” atılır, müezzinler ezan okumaya başlarlardı. Biz çocuklar evlerimizin pencerelerinde ışıkların yanmasını gözlerdik.
İftar yemeği ramazanın en önemli unsuruydu. Eskiden çoluk çocuk herkes oruç tutardı. Aslında dinen oruç tutulmamasına izin verilen durumlarda bile oruç tutulurdu. Örneğin, kimse, ben misafirim diyerek oruç tutmazlık yapmazdı. Aslında, karada 90 km. denizde 60 millik bir yolculuğa çıkan, bulunduğu kent hududunu aşınca “seferî” sayılır. Seferî olana da “misafir” denilir. Biz ilkokul öğrencileri de oruç tutardık.
O günlerde buzdolabı yoktu. Yemekler teldolaplarda saklanırdı. Karpuz mevsiminde, karpuzlar evimizin taşlığında sürekli akan bir çeşmenin yalağına doldurularak soğutulurdu. Evin taşlığı bir nevi kiler gibiydi. Boy boy turşu küpleri, yağ külekleri, pekmez külekleri, un ambarı, odun yakılan ocak, ayrıca kebap ocağı, ekmek fırını hep bu taşlıktaydı. Burada hamurlar açılır, çökelekliler yapılırdı.
Ramazanda soğuk su çok önemliydi. Özellikle yaz aylarına isabet eden ramazanlarda “soğuk su” daha da önem kazanırdı. Bu iş evin çocuklarına düşerdi.
O yıllarda kentin içme suyu şebekesi yoktu. Zengin aileler, çok uzaklardan “pöğrek” döşeyerek evlerine su getirmişlerdi. “Pöğrek” sözcüğü nereden geliyor bilmiyorum. Kiremit toprağından yapılan “büz” gibi bir şeydi. Bazı yerlerde “hayrat” olarak yapılmış çeşmeler ve kuyular vardı. Halk suyunu buralardan temin ederdi. Bunlardan bazılarının suyu soğuk olurdu. Bizim evde sürekli akan bir çeşmemiz olduğu halde, ben iki yerden soğuk su getirirdim. Bu yerlerden biri, Çilhane Camii çeşmelerinin Çanakçı Deresi’nden yana olanı, diğeri ise Hızır Nine’nin evinin civarındaki bir kuyuydu. Küçük sitillere (bakraçlara) doldurduğum suyu, dökmemeye özen göstererek eve getirir, annemden “aferin” alırdım. Su getirmeye, “top atılmadan” yarım saat önce giderdik. Yoksa su ısınırdı. Ayvaz suyu çok ılık olduğu için içilmezdi. Ayvaz Hamamı’nda yıkanmada veya kadınların çamaşır yıkamalarında kullanılırdı. O civarda –Yataklarda- üzüm bağlarımız vardı. Oraya giderken Ayvaz’dan değil, “Leylekler Çeşmesi”nden su alırdık.
Biz küçüklerin ikinci bir görevi, çarşı fırınlarında yapılan yumurtalı pideleri zembille eve getirmekti. Zembiller, hasırdan örülmüş kulplu, yassı torbalardı. O dönemlerde ekmekler, genellikle evlerde yapılırdı. Buğdaylar yıkanır, kocaman bezlere serilerek kurutulur, ayıklanır, çuvallara doldurularak at veya eşekle değirmene götürülür, öğütülür, aynı çuvallarla un olarak geri eve getirilir, çam ağacından yapılmış un ambarlarında saklanırdı. Hemen hemen herkesin evinin içinde veya bahçesinde bir fırını bulunurdu. Ancak, genellikle bunlardan biri yanar, mahalle sakinleri o gün o fırında ekmek yaparlardı. Bizim mahallede çokça Beğler’in fırını yanardı.
“Cevizli parmaklar”, “gömbeler” mis gibi kokardı. Ekmek yapıldığı günler, öğle dinlencesinde okuldan eve gelirken, hemen taze, sıcak bir ekmeğin ucu koparılır, içine tereyağı, peynir konularak elimize tutuşturulurdu. Üç beş günde bir evde yapılan ekmeklerin dışında, ramazanda çarşı fırınlarında, üzerlerine çörekotu serpiştirilen yumurtalı pideler yapılırdı. Bunları fırından eve getirirken bazen dayanamaz –orucumuzun bozulması pahasına- uçlarından koparır yerdik.
İftara yarım saat kala çarşıda, dükkânların tahta kepenkleri kapatılır, kilitler takılır, tatlı bir telaş içinde bütün kent evlerine çekilir, caddeler, sokaklar tamamen boşalırdı.
İftar sofrasında iki çeşit menü olurdu. İlk önce iftariyelik hurmalar, zeytinler, peynirler, bal ve çeşitli reçellerle –tabii bir bardak ta suyla- iftar açılır, sonra sıra asıl yemeklere gelirdi.
Okul öncesi çocukluğumda hep yer sofraları kurulduğunu anımsıyorum. Yere ilk önce “dastar” denilen, genellikle kareli büyükçe bir bez serilir, onun üzerine ortaya yuvarlak bir hamur tahtası ve üzerine de çok büyük, kocaman bir bakır veya emaye tepsi konurdu. Bu tepsiye “sini” de denilirdi. Etrafına yemek yiyecek insan sayısınca minder konulurdu. Küçükler büyüklerin yanında bağdaş kurarak oturmazlar, dizüstü çökerlerdi.(Rahmetli babam büyükannemin ve dedemin yanında hep böyle otururdu.)
İftar sofralarının asıl yemekleri mevsime göre değişirdi. Ramazan hangi mevsime denk gelmişse, o mevsime uygun yemekler yapılırdı. Yemek pişirmede -özellikle kışın- maltız kullanılırdı. Maltız, içindeki ızgaraya kömür konulan, yuvarlak, üç ayaklı, üzerine tencere oturtmak için katlanabilir ayrı bir ızgarası olan bir nevi mangaldı. Maltızda pişen bir tas kebabı veya yaprak sarmanın kokusu odayı mis gibi kaplar, tencereden çıkan o hafif tıngırtılar bana müzik gibi gelirdi.
Ben o ramazanlardan sonra “pehli”, “keşkek” gibi yemekler yediğimi hatırlamıyorum. Hele “güllaç” hepten unutuldu. Annemin yaptığı Hindistan cevizli güllaçın tadı hâlâ damağımdadır. Annemin –bazen de bu işi babam yapardı- güllaç yapraklarını teker teker süte batırıp yumuşatarak kenarlarını üste doğru katlayışı, ortasına Hindistan cevizli muhallebiyi koyup dört köşesini bohça gibi bir araya getirişi hâlâ gözlerimin önündedir.
İftar yemeğinde ilk kap çorbaydı. Yoğurtlu, mercimekli, sebzeli çorbalar sıkça yapılırdı. Arkasından etli sebze yemekleri, sonra pirinç pilavı veya erişte gelirdi. Peynirli, kıymalı, sebzeli börekler sıkça yapılır, böreğin bir kısmı sahurda yenmek için saklanırdı.
Eskiden bir mutfak ve yemek kültürü vardı. İnsanlar şimdiki gibi ayaküstü, iki dakikada yemek yemezler, hele de hazır yiyeceklere hiç itibar etmezlerdi.
Ailevî veya toplumsal özel günler için, özel yemekler yapılırdı. Şeker ve kurban bayramlarında, muharremde, kandillerde, hıdrellezde, cenazelerde hep ayrı bir yemek kültürü vardı.
Sahurda da yine zengin bir menü bulunurdu. İftardan kalan yemeklerin yanı sıra yeni şeyler de yapılırdı. Bizim evimizde her sahurda çay da içilirdi. Çayın yanında çeşit çeşit börekler bulunur, bazen de yumurtalı ekmek kızartılırdı.
O zamanlar televizyon yoktu. İyi ki de yoktu. İnsanlar hiç değilse saçma sapan filmleri, paparazzi programlarını, megalomanyak sunucuları, haber diye kişilerin özel yaşamlarıyla ilgili dedikoduları anlatan haber spikerlerini izlemiyorlardı.
Eskiden insanlar arasındaki ilişkiler son derece sıcak, iyi, dürüst ve yoğundu. Kentin kenar mahallelerinde bir doğum olsa bütün kent duyar, ilgilenirdi.
Mahallede komşular bir aile gibiydiler. Dertler ve sevinçler paylaşılırdı. Hatta bazı işler imece ile yapılırdı. Şimdi alt katta oturan, üst kattaki komşusunu tanımıyor. Ben çocukken mahallede hangi evin önünde acıkmışsam o evde karnımı doyurabilirdim. Bir arkadaşımla kavga etsem, benim annem arkadaşımdan yana, onun annesi ise benden yana olurdu. Düşmanlık tohumları değil sevgi tohumları ekilirdi. İlişkiler küçücük maddi çıkarlara değil, sevgi, saygıya dayanırdı.
Özellikle uzun kış gecelerinde komşular, akrabalar bir araya gelir sohbet ederlerdi. Teyzemlerin evi eski, çok büyük bir konaktı. Haremlik ve selamlık kısımlarına ayrı ayrı merdivenlerden çıkılırdı. Kış mevsimine rastlayan ramazanlarda o evde belki 30-40 kişilik gece toplantılarında tel helva yapıldığını anımsıyorum. Tel helva, pişmaniye gibi bir şeydi.
Konuklara üzümden yapılan pestiller, tarhanalar, kömeler, dut kurusu, fırınlanmış vez ve mevsim meyveleri ikram edilir, vişne, kızılcık (zoval), kuşburnu şurupları içilirdi.
Ya teravih namazları… Ben çocukken kendimi ramazan aylarında daha özgür hissederdim. Bunun sebebi teravih namazlarıydı. Teravih namazı 20 rekâttır. Ramazan gecelerinde, yatsı namazından sonra, vitir namazından evvel kılınır. Her iki rekatta veya her dört rekatta selam verilir. Her selamdan sonra biraz oturulur. Bu sünnettir. Zaten teravih namazı da sünnettir. Bu esnada salavatı şerife, ayet veya dualar okunur.
Çocukluğumda annem-babam akşamları evden çıkmama izin vermezlerdi. Bu yasak, sadece ramazanda delinirdi. Ramazan akşamları mahalledeki yaşıtım çocuklarla akşam karanlığında dışarı çıkar, eski Hanegâh Camiî’nin giriş kapısının iki yanındaki taş sahanlıklarda teravih namazına kadar sohbet ederdik. Aynı yer gündüzleri de bizim oyun yerimizdi. Camiînin sorumlusu, aydın din adamı Kâhyaoğlu Hafız Amca bizim cami girişinde üç taş, dama gibi oyunlar oynamamızı hoşgörüyle karşılardı.(Rahmetli Hafız Amca,Bursa Uludağ Tıp Fakültesi Profesörlerinden Turgut Özeke’nin babasıdır.)
Gerek ilkokul, gerekse ortaokul dönemlerimizde öğretmenlerimiz ramazan ayında bizlere karşı daha müşfik ve hoşgörülü olurlardı. Ortaokulda iken bir ramazanda Karagöz gösterisi yapılmıştı.
Bir büyük ozan “Ben ölen babamdan ilerde, doğacak çocuğumdan gerideyim” der. Bazen bu sözün doğruluğundan şüphe ediyorum.
Atatürk döneminde kalkınma hızımız yüzde sekiz-dokuzlardaydı. Kimseden beş kuruş borç almamıştık. Hatta Osmanlı’nın borçlarını ödeyip bitirmiştik. İthalatımız, ihracatımızla dengeli idi. Çünkü Atatürk bize, kendimize, kendi gücümüze, kendi kafamıza, kendi ulusumuza ve kendi değerlerimize inanmamızı öğretmişti.
Ya şimdi… AKP iktidarının 8.5 yılında 451 milyar doları bulan dış ticaret açığımız var. Fazla söze hacet var mı?
* Bu yazıyı kaleme aldığım gün Hürriyet yazarı Mehmet Yaşin’in, İlahiyat Profesörü Yaşar Nuri Öztürk ile yaptığı röportajı okudum. Yaşar Nuri Öztürk, aynen şöyle söylüyor:
“… İslam’da teravih diye bir namaz yok. Peygamberimizin bizzat yasakladığı bir şeydir, peygamberimizden sonra bu namazı koydular. Geçen sene bunu Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır söyledi, ben söylememiştim. Ben, “Evinizde kılın”diyordum. Bayındır çıktı, “İslamiyet’te böyle bir namaz yok” dedi. Ben o kadar radikal konuşamamıştım, o yüzden şimdi de söylememizde bir sakınca yok: Teravih diye bir namaz yoktur. Evinde sevap için namaz kılmanın önü açıktır, istediğin kadar kıl. Fakat teravihi asla camiye sokamazsın, peygamberimiz yasaklamıştır. Çünkü orası riyakârlık yarışına kapalı bir mekân olmalıdır. 20 rekât namaz ne demek, günün bütün namazları 20 rekâtı bulmuyor. Siz ikinci bir yükümlülük getirip Müslüman’ın sırtına bindiriyorsunuz, yoktur böyle bir şey. Peygamberimiz dört rekat, bazen sekiz rekat ama hep evde kılmıştır.”