01 Mart 2005

KAN KARANFİLLERİ (ÖYKÜ)

ile Hami KARSLI

(Bölüm bir)

 

 

            Dişliler aynı tempo ile dönüyor…Kulakları sağır eden bir gürültü…

            Hangarın ortasında kocaman bir çark…Çarkın iki yanında yürüyen iki bant…Kömür ocaklarındaki gibi…Çarkın ve bantların başında üç robot insan…Onlar da makinelerin bir parçası olmuşlar sanki! Hiç konuşmuyorlar. Birbirlerinin yüzlerine bakmıyorlar. Mekanik hareketlerle ileriye geriye, sağa sola uzanan kollar…Bir motorun pistonuna benziyorlar. Dudakları ve gözleri yok, sadece izleri var yüzlerinde. Etten çukurluklar…Kara, kirli bantlar sarsıla sarsıla akıp gidiyorlar.
 

Çarka gelen bantta gözleri, elleri, ayakları bağlı, kıvrılmış yatan insanlar…Alt alta, üst üste rastgele atılmışlar. Banttan sarkan bir ayak…Kirli bir başparmak…Tırnağı yok. Koyu renkli, kararmış bir kan pıhtısı…Bant titrek sarsıntılarla kocaman çarka doğru ilerliyor. Çarkın büyük dişlerinden biri -iştihası hiç kapanmayan, sürekli aç bir dev gibi-  banttan bir lokma alıyor. Bazen bir kola, bazen bir bacağa, ele, bazen de tam kalbe saplanıyor sivri diş…Canhıraş feryatlar, boğuk hırıltılar bozuk bir plâğın durmaksızın çalan anlaşılmaz nakaratları gibi…

            Robot insan banttan sarkan bir başı, elindeki çengelli demirle bantın ortasına alıyor. Her dişli, aldığını bir başka dişliye devrediyor. Her devredişte ezilen kemikler, etler, dişlilerin altındaki büyük kazanlardan birine damlayan –hayır akan- kanlar…

            O da ne? Robot insanlardan biri kan dolu kazana yürüyor. Kenarda asılı kocaman bir kepçe robot insanın elinde –otomatik pikaba plâk düşüren kol misali- ağız çukuruna doğru gidiyor. Bir huni çıkıyor ağız boşluğundan, kan dolu kepçe boşalıyor. Robot insan aynı mekanik hareketlerle kepçeyi yerine asıyor. Bir üstüpüyle ağız boşluğunu siliyor, tekrar bantın başına dönüyor.

            Çark ve bantlar piranhalarla dolu bir büyük akvaryum.Kanlar aktıkça piranhaların iştahası daha da kabarıyor.

            Hangarın tavanından sarkan küçük, kör bir ampul var. İyice kararmış, içerisi loş…

            Gürültünün büyük sessizliği…

            Niyagara’nın sağır insanları!..

            Bant hep dolu…Çoluk çocuk –çokça genç insanlar- yaşlılar…Kadınlar, erkekler…Beyaz tenli, esmer tenli, sarı tenli, kızıl tenliler…

            Bant hangara nereden giriyor? Kim, kimler yüklüyor bu bantı? Kazandan dışarıya akan kanlar nereye gidiyor? Ya çarkın öbür yanında insan posası taşıyan bant, o nereye döküyor yükünü?

            Bu makineleri kim monte etti buraya?

            Bu çarkı işleten  şalteri kim çekti?

            Ürettikleri ne? Kim kullanıyor bu kanı, bu posayı?

            Bantlar hep neden daha dolu dolu?..

            Tavandan sarkan kör ışığı ayarlayan bir reosta var sanki. Nerede, kim idare ediyor?

Ampulün parlaklığı gittikçe azalıyor. Parlaklık azalınca robot insanlar daha da canlanıyorlar.

            Ampulde kan, irin, kir, is lekeleri gittikçe çoğalıyor.

            Enerji kaynağı nerede, kimin elinde? Bu makinelerin bakımını kim yapıyor? Kana bulanmış bu siyah dişliler hiç mi yıpranmıyorlar?

            Dişli, bir genç kızı tam memesinden aldı altına. Bu kızın kolu nerede? Ya aşağı yuvarlanan kesik başın gövdesi…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Bölüm iki)

 

 

 

            Çark ve bantlar birden durdu.Tavandan sarkan lamba söndü. Bir dakika sonra lamba yine yandı. Ortalığı daha kuvvetle aydınlattı.

            Niyagara dondu!

            Sanki bir fotoğraf makinesinin  obtüratörü açılıp kapandı. Resim tespit edilmişti.

            Görünen manzara, Picasso fırçasından çıkma değişik bir Guernico tablosu gibiydi.

            Dişli, bir kızılderilinin tam sol gözüne batmak üzere iken durmuştu.

            Robot insan kepçeye doğru uzanmıştı.Yürüyen bant, bir tümseği geçen bir otomobil gibi çarkın önünden aşağı doğru dönmek üzereydi. Kızılderili ile bir zencinin bacakları düğüm olmuştu. Zencinin göğsüne doğru, küçük, beyaz tenli bir çocuk atılmıştı.

            Sessizliği ilkönce, zencinin göğsüne doğru atılan beyaz tenli çocuğun ağlaması bozdu. Sonra, zenci ve kızılderili düğüm olan bacaklarını çözdüler. Kızılderili başını kaldırmaya çalıştı. Alnı çarkın soğuk dişlisine çarptı, geri düştü. Dişliden alttaki kan kazanına bir damla kan damladı.

            Bantın ortalarında bir genç kız sağ elini havaya kaldırdı. Parmaklarını oynattı. Herkes gibi kız da çırılçıplaktı. Sol eliyle bacaklarının arasını kapatmıştı. Sağ eli havaya kalkmadan önce sol elinin üstünde duruyordu. Belki de bant yükleyicileri, genç kızın ellerini oradan kaldıramadıkları için bağlayamamışlardı. Sağ el havada bir müddet durdu. Sonra genç kız başını oynattı. Yavaşça doğrulmaya çalıştı. Bu arada sol elini de –örtmeye çalıştığı- bacak arasından çekti. Eli kanlıydı. Orası keçeleşmişti.

            Kızın doğrulduğunu gören üç robot insan kapıya yöneldiler. Demir kapı yıllardır kapalıydı. Hangarı ilk yapanlar, çarkı, bantları, kazanları ve robot insanları içeri yerleştirdikten sonra kapıları kilitlemişler ve anahtarları yerli ortaklarına da vermeyerek geldikleri okyanus ötesi memleketlerine götürmüşlerdi.

            Robot insanların yüzlerindeki çukurluklarda ilkönce gözler, sonra dudaklar belirdi. Daireler şeklinde gittikçe büyüyen gözlerinde korku vardı. Titreyen dudaklarının arasından dışarıya kan sızıyordu. Hangarın kapıdan başka çıkış yolu yoktu. Robot insanlar demir kapının önünde öylece kalakaldılar.

            Genç kız, kanlı elini gözlerine götürdü. Kirli, siyah bağı çıkardı. Bir müddet öylece durdu. Sonra sağına döndü. Yanında,  elleri ve ayakları bağlı orta yaşlı bir adam yatıyordu. Şakaklarından aşağı uzanan kirli beyaz saçları sakallarına karışmıştı. Herkesin gözlerini kapatan kirli siyah gözbağı onda da vardı. Ana karnındaki bir cenin gibi kıvrılmıştı. Kız dokununca adam ayaklarını uzattı. Erkeklik organı yoktu. Kesilmişti. Kız bir şey söylemek istedi. Dudaklarını oynattı. Ağzından ses çıkmadı. Dili koparılmıştı. Erkeğin gözbağını sonra da ellerini ayaklarını çözdü. Banttan inip,  koşarak, bantta yatanları kontrol etmeye, gözbağlarını açmaya başladı. Orta yaşlı erkek banttan inerken ayakları tutmadığı için yere yuvarlandı. Kız birini arıyordu. Çarkın dibinde, kan kazanının yanındaki kesik başı gördü. Çömelip aldı ve orda taşlaştı.

 

 

 

(Bölüm üç)

 

 

 

            Enerji odasındaki robot insan hiç direnmedi. Yalnız şaşırmıştı. Çünkü kırılan demir kapının arkasında, kendisine benzeyen ama kendisinden çok farklı binlerce insan vardı. Hepsinin yakalarında birer kırmızı karanfil  takılıydı. Başlarında, madencilerin giydiği türden  önü ışıklı birer kask, üzerlerinde de  mavi renkli işçi tulumları vardı.

           

 

 

 

 

 

 

 

 

 

            Kırılan kapıdan içeri ilk giren, uzun boylu, geniş omuzlu bir işçiydi. Robot insana ana şalteri sordu. Robot insan karşı duvardaki kocaman kolu gösterdi. Genç irisi işçi koştu, kolu kaldırdı.

            Zifiri bir sessizlikle her şey birdenbire durdu.

            Gösterge tablolarındaki ışıklar karardı.

            Saatler, manometreler, barometreler, termometreler ve diğer her türlü metreler işlemez oldu.

            İçeriye, kırılan kapıdan gün ışığı giriyordu.

            Genç irisi işçi:  “Çark, bantlar” dedi. “Çarka ve bantlara giden özel enerji hattı hangisi?”

            Robot insan önündeki siyah, simsiyah düğmeyi korur gibi eğildi.

            Lider işçi işaret etti, kapının önündeki  kırmızı karanfilli işçiler, robot insanı tutup dışarı aydınlığa çıkardılar. Gün ışığına çıkan robot insandan tiz bir ses çıktı. İlkönce başı, sonra kolları, tüm vücudu dağıldı, çözüldü.

            İşçiler: “Aydınlık” dediler, “Bunlar sadece karanlıkta yaşarlar, aydınlıkta ölürler.”

            Lider işçi, ana çark ve bantlara giden özel enerji hattının düğmelerini söktü. Kalın kabloları birbirinden ayırdı. Sonra büyük şalteri tekrar indirdi.Tavanlardaki ampuller tekrar yandı.

            Lider işçi, arkadaşlarına: “Büyük hangara…” dedi.

            Onbinlerce işçi, sessiz, kararlı adımlarla büyük çarkın bulunduğu hangara yöneldiler. Kapıya ilk yaklaşan işçi, eliyle şöyle bir dokunuverdi. Birden büyük bir gürültüyle kapı yıkılıverdi. Arkadakiler: “iyice çürümüş” dediler.

            Kapı yıkılırken içerdeki robot insanlar kenara çekilmişlerdi. İşçiler onları da gün ışığına çıkardılar. Aydınlığı görür görmez onlar da dağıldılar.

            Bantlardaki insanlar gün ışığında canlandılar. İşçiler tulumlarını çıkarıp çıplakları giydirdiler.

            İşçilerin her biri, ana çarktan, bantlardan birer parça söktüler. Koca hangar kısa zamanda boşaldı. Tavandaki ampule gelen enerjiyi de kestiler. Sonra da dışarı çıktılar.

            Koca binanın önünde sıra sıra dizildiler.

            Herkes elini hangara dayadı. Et, kemik ve kanla örülen kalın duvarlar birden yıkıldı.

            İki işçi, yıkıntıların üstüne kan dolu kazanı boşalttı.

            Tüm işçiler yakalarındaki karanfilleri yıkıntıların üzerine bıraktılar.

            Yeryüzündeki karanfil tarlalarına bir yenisi daha eklenmişti.

 

 

 

                                                                       (Ankara Merkez Kapalı Cezaevi, ekim l985)

           

 

 

 

(Bu öykü, aylık edebiyat ve düşün dergisi Ekin Sanat’ta yayımlanmıştır.)