12 Haziran 2007

Aşık Veysel

ile Hami KARSLI

Türk halk şiirinin büyük temsilcisi:

 

    AŞIK VEYSEL                                                                                                         

 

            Veysel’i ilk kez 1953 yılında görmüştüm. Ortaokul ikinci sınıftaydım. O yıllar çarşamba ve cumartesi yarım gün öğretim yapılır, öğleden sonra okullar tatil edilirdi. Böyle bir öğle sonu tatilinde, Niksar Ortaokulu’nun öğrenci giriş kapısı önünde toplanmış, Veysel’in sazıyla çalıp söylediği türküleri dinlemiştik.

            1894’te doğduğuna göre, demek ki Veysel o yıl 59 yaşında idi. Yanında, daha sonraları adının Ahmet olduğunu öğrendiğim ikinci eşinden olan oğlu da vardı. Okul müdürümüz Veysel’in eline bir kalem vermiş, o da doğaçtan (irticalen) kalem hakkında bir dörtlük okumuştu.

          Veysel’i ikinci kez 1966 yılı ekiminde gördüm. O yıl Şarkışla’da, Veysel’in köyü olan Sivrialan’ın da bağlı olduğu Ortaköy adlı bir bucakta (nahiyede) yeni açılan bir  ortaokula müdür olarak atanmıştım. Okul olarak bana verilen bina, eskiden “Mustafa Abdal Tekkesi” olarak anılan bir alevî tekkesiydi. (Sonraları Veysel’in babası Karaca Ahmet’in, kör olan oğluna ilk sazı bu tekkeden alıp götürdüğünü öğrenmiştim.)

            Bir gün Veysel, Ortaköy’de, benim yanlarında kaldığım ailenin evine gelmiş, kurulan yer sofrasında beraberce yemek yemiş, bakır taslarla –içine kuşburnu ezmesi de katılan- şarap içmiştik. Yemekten sonra  “Biz doyduk, saz acından ölüyor. Getirin sazı, onu da doyuralım” diyerek çalıp-söylemişti. O gün başlayan dostluğumuz, orada kaldığım on sekiz ay boyunca ve sonrasında hep devam etti. Kâh Ortaköy’de, kâh Sivrialan’da, kimi zaman da Şarkışla ve Sivas’ta beraber olduk. Onu en son 1969 yılında İstanbul’da Spor Sergi Sarayı’nda yapılan bir şenlikte gördüm. Beni sesimden hemen tanıdı. Yanında yine oğlu Ahmet vardı. Kuliste oturup sohbet ettik.

            Bence Veysel’i tanımanın en iyi yolu, Veysel’in yaşadığı coğrafyayı tanımakla ve onun ortaya çıktığı Cumhuriyet’in ilk yıllarında –özellikle onuncu yılda- Türk aydınlarının ve Türk ulusal eğitiminin durumunu bilmekle olasıdır.

            Veysel, bir çok kez özel söyleşilerimizde “Eğer Ahmet Kutsi Tecer olmasaydı, ben olmazdım” demişti. Çünkü onu Sivrialan Köyü’nden –daha doğrusu Sivrialan’ı da içine alan ve “emlek” denilen bölgeden- çıkarıp tanınmasını sağlayan, o dönemde Sivas Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer olmuştu. Daha sonra Sivas Milli Eğitim Müdürü de olan Ahmet Kutsi Tecer, sağlam ve geniş kültürü, hür düşüncesi ve açık fikirleriyle, Sivas’tan ayrılıp Talim Terbiye Kurulu üyesi, milletvekili, halkevleri şefi, güzel sanatlar akademisi estetik profesörü olduğu dönemlerde de hep Veysel’e kol kanat germiştir. 23 Temmuz 1967’de Kutsî Bey öldüğünde Veysel benim yanımda hüngür hüngür ağlamıştı. Kutsî Bey kendisinden yedi yaş küçük olmasına rağmen, Veysel ona “babam” derdi.

            Yine Cumhuriyet  döneminin, bence en büyük devrimi olan “Köy Enstitüleri” olmasaydı, Ozan Veysel bu denli ünlenemezdi. Çünkü o yılların ilerici eğitim-öğretim anlayışı içerisinde Veysel sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar  köy enstitülerinde saz ve türkü öğretmenliği yapmış, bir taraftan öğretirken öte yandan da, oralarda öğretmenlik yapan Cumhuriyet’in ünlü aydınlarından çok şey öğrenmiştir. Veysel’in Türk kamuoyuna tanıtılmasında o enstitülerde okuyan ve sayıları yirmi sekiz bin civarında olan öğretmen, eğitmen ve sağlık memurlarının büyük rolü olmuştur.

            Veysel kadar ünlü olmamalarına karşın, aşıklık geleneğine uygun şiirler yazan, çoğu memur-kentli ozanlardan ayrı yanı, onun çiftçi-köylü kökenli olmasıdır. Bence onun Türk köyünü ve köylüsünü çok iyi anlatmasının en önemli  nedeni budur.

            Veysel çağdaş bir dünya görüşüne sahipti. O ulusunun yararına olan her yeniliği benimser, sazıyla – sözüyle överdi. Bir çok aydın etiketli köy enstitüleri uygulamasına karşı çıkarken, o enstitülerin önemini kavramış ve şiirlerinde övgüyle dile getirmişti.

            Veysel için kalıcı olmak, ulus yararına güzel işler yapmakla olasıydı. Hatta bu nedenle ölümünden sonra bir mezarı olsun bile istemiyordu. Bunu bir şiirinde şöyle dile getirmişti:

            “Mezarım yapılmasın toprak olsun

 

            Yağmur yağsın ot olsun

 

            Koyun kuzu yesin süt olsun

 

            Memlekete hizmet olsun.”

 

            Bir vasiyet kabul edilmesi gereken bu dizelere karşın, ölümünden sonra Hürriyet gazetesinin açtığı bir kampanya ile mezarı yapıldı.

            Veysel, görmeyen gözleriyle, elinde sazı, Türkiye’nin hemen hemen her köşesini gezmiştir. Ama onun en çok sevdiği yer kendi ili olan Sivas’tır.

            “İptida kongre kuruldu burda

 

            Cumhuriyete karar verildi burda

 

            Bulanık fikirler duruldu burda

 

            Yayıldı aleme ünü Sivas’ın”

 

dizelerini yazan Veysel, yaşayıp ta 2 Temmuz 1993 günü 37 yurtsever, sanatçı aydınımızın, Sivas’ta diri diri yakıldıklarını  duysaydı acaba ne yapardı?

            Yunus’un şiirlerindeki iş-emek, insan sevgisi; Dertli’deki yobazlara başkaldırış Veysel’de de vardır. En katlanamadığı şey haksızlıktır. Hatta bu bazen Tanrı’yı eleştirmeye varan boyutlara ulaşır. “Bu alemi gören sensin” adlı şiirinde şöyle der:

“Bu alemi gören sensin

 

Yok gözünde perde senin

 

Haksıza yol veren sensin

 

Yok mu suçun burda senin

 

 

 

Kâinatı sen yarattın

 

Her şeyi yoktan var ettin

 

Beni çıplak dışar’attın

 

Cömertliğin nerde senin”

           

            Dokuz kıtalık uzunca şiirin bir yerinde de:

 

 

 

            “Ademi sürdün bakmadın

 

            Cennet’te de bırakmadın

 

            Şeytanı niçin yakmadın

 

            Cehennemin var da senin”    der.

 

 

 

            Veysel’in toplumsal olaylara yaklaşımında sezgileri rol oynar. Özellikle kırsal kesimde yaşayanların dertlerini, sıkıntılarını –ve de sevinçlerini- iyi bilir.

            O hep devletten yana olmuştur. Devlet te hep ona yardım etmiştir. Hatta o kadar ki, TBMM 1965 yılında kendisine maaş bağlamıştı. Devletin tüm kurumlarıyla Veysel’e yardım etmesi, onun yaşadığı yöre halkını da olumlu etkilemiştir.

            Havasından mıdır, suyundan mıdır bilinmez, o yörede yaşayan herkes bir parça şairdir. “Mühür Gözlüm” ün şairi Ali İzzet  te dahil, ünlü – ünsüz bir çok ozan o yöreden çıkmıştır.

 Bir gün, babam beni ziyaret için İstanbul’dan Şarkışla Ortaköy’e gelmişti. Yetmiş yaşındaki köylü kadınlar, babamı şiirlerle karşılayıp kucaklamışlar, şiirlerle yolcu etmişler, babam da bu duruma çok şaşırmıştı.

O yıl yetmiş üç yaşında olan Veysel’e ben de “baba” diye hitap ediyordum. İkimiz de pipo içiyorduk. O bazen ben derste iken okula gelir, odamda masamın üzerinde, kapaklı bir teneke kutuda bulunan pipo tütünlerimi yürütür, ben dersten çıkıp tütün ararken de, muzip bir tavırla: “Oğlum, herhalde tütün arıyorsun. İki gözüm kör olsun ki ben almadım” derdi.

Göz sağlığı konusundaki bilimsel çalışmaların ivme kazandığı bir dönemde, Veysel’in görebilme olasılığı üzerinde durulmuş, hatta bir kampanya başlatılmıştı. Bir gün kendisiyle bu konuyu görüşürken: “Oğlum, ben gözlerimin açılmasını istemem. Çünkü yıllardan beri kendime gizemli, güzel bir dünya kurdum. Eğer gözlerim açılır da, çevremdeki dünyanın hayal ettiğim kadar güzel olmadığını görürsem, yıkılırım. Hem herkes beni bu kör halimle tanıyor, seviyor. Bu nedenlerle doğrusu gözlerimin açılmasını hiç istemiyorum” demişti.

Şiirlerinin toplandığı ilk kitap, Yaşar Kemal’in aracılığı ile, İstanbul Maarif Kitaphanesi’nce basılmıştı. Belki de bu nedenle Yaşar Kemal’e aralarında bir dostluk kurulmuştu. Hatta Yaşar Kemal Thilda ile evlenince: “Aldı Thilda’yı, fethetti dünyayı” demişti.

Yaşar Kemal’in bir gözü, Veysel’in de iki gözü kördür. Erdoğan Alkan’ın bir yazısında okumuştum. “Rıfat Ilgaz, İstanbul’da Sirkeci’de bir lokantada arkadaşlarıyla demlenirken, bir ara dışarıya baktığında Aşık Veysel’in, Yaşar Kemal’in koluna girmiş bir vaziyette, tramvay durağına doğru koştuklarını görür. Arkadaşlarına dönerek, ‘şu Allah’ın işine bak, iki kişiyi tek bir gözle koşturuyor’ der.”

Veysel çok zekiydi. Son derecede espirili bir dili vardı. Çok kere günlük yaşamındaki ilişkilerinde de şiirle konuşurdu. İnsanlara olan sevgisini de, nefretini de şiirle ifade ederdi.

Tarsus’ta kaldığı handa parasını çalan hırsız için:

“Parça parça olsun paramı çalan

 Alanların iki gözü kör olsun”

 

gibi dizelerle beddua ederken, Sivas’ta kendisine protez diş yapan ve 150 lira tutan ücretini almayan Diş Hekimi Nüzhet Çubukçu için de:

            “Alicenap insan imiş

 

            Canlar içinde can imiş

 

            Ehl-i kemal insan imiş

 

            Nüzhet Çubukçu Çubukçu”

 

diyerek övgüler yağdırmıştır.

            Veysel dengeciydi. Hiçbir şiirinde, siyasal açıdan belli bir partinin veya görüşün yanında olmamıştı. Ahmet Kutsi Tecer’in dediği gibi, “O bize gelenekten doğagelmişti”. Aşık tarzını hazırlayan, besleyen, geliştiren ve sürdüren koşulların  (yani eski yaşayış çevresi, bugün tarihe karışan halk kurumları, eski zevk gibi) değiştiği bir dönemde Veysel “aşıklık geleneği” ni sürdüren bir ozandı.

            1967’de  bir gün kendisine sormuştum: “Veysel Baba, günümüz ozanlarından hangisini daha çok seviyorsun?  “Hepsini” yanıtını vermiş ve devamla: “Ben bütün meyveleri severim. Elmayı yer zevk alırım, armudu yer hoşlanırım. Hepsinin ayrı bir tadı vardır. Günümüz ozanlarının hepsini de seviyorum. Hepsi de bana ayrı ayrı ama aynı derecede zevk veriyorlar” demişti.

            O yıl kış çok şiddetli geçiyordu. Ortaköy’ü Şarkışla’ya bağlayan yol –her kış olduğu gibi- kardan kapanmış, ilçe ile bağlantı kesilmişti. Ortaköy’de elektrik te, telefon da yoktu. İlçeye yayan olarak Kızılırmak kıyısından karları yara yara zorlukla gidebiliyorduk. 26 km.lik yolun açılması için birçok kez ilgili makamlara başvurmuş, sonuç alamamıştım. Oturup Sivas Valiliği’ne “Veysel’in çok ağır hasta olduğunu, yollar kapalı olduğu için doktora götürülemediğini” yazdım. Yolumuzu derhal açtılar. (Tuhaf bir rastlantı, aslında turp gibi sağlam olan Veysel, ben mektubu yazdıktan sonra gerçekten hastalanmıştı.)

            Ortaköy Ortaokulu’nda çalıştığım süre içerisinde, okula en çok destek verip ilgilenenlerden biri Veysel olmuştu. Hatta okulumuz için, uzunca bir şiir yazmış, biz de bunu “Ortabucak Ortaokulu Marşı” haline getirmiştik. Her bayrak töreninde –İstiklal Marşı’ndan sonra- okulumuz korosunun şefi olan öğrenci Ali Dinçal, mandolinden biraz büyük boyuyla bir sandalyanın üzerine çıkar marşı söyletirdi.

            Ortabucak Ortaokulu

 

            İlim irfan kültür dolu

 

Budur insanlığın yolu

 

Okumalı çalışmalı

 

 

 

            Ortaokullu Ortabucak

 

            Kız ve erkek okuyacak

 

            Cehaleti kaldıracak

 

            Okumalı çalışmalı

 

 

 

            Öğretmenleri müdürü

 

            Aklı selim fikri duru

 

            İnsan olmaktan ötürü

 

            Okumalı çalışmalı        

diye devam eden uzunca bir şiirdi.

            Şarkışla’dan ayrılırken, şiirlerinin toplandığı kitaptan hediye etmiş, üzerine de “Hâmi Bey, Ehli diller bu sözleri sıralamış satırla, oku oku bu Veysel’i hatırla” diye yazdırarak, altını pantolonuna iple bağlı mührüyle mühürletmişti.

            32. Ölüm yıldönümünde ona “Işıklar içinde yat, Veysel Baba” diyorum.

 

 

(Bu yazı Cumhuriyet gazetesinde, Ankara Ekin Sanat Dergisi’nde, Tokat Kümbet Dergisi’nde, Emlak Şairleri Dergisi’nde yayımlanmıştır.)