06 Şubat 2013

ANILARDA KALAN KİTAPLAR…

ile Hami KARSLI

Bir Fransız düşünür, yaşam boyu mutlu olmanın kitapları sevmekle olası olduğunu söyler.

Emeklilik öncesi durmadan kent ve ev değiştirirken, beni en çok yoran şey kitaplığımı taşımak olurdu. Gazete, dergi dermelerimi (koleksiyonlarımı), kesik (kupür) dosyalarımı, binlerce kitabı bir yerden bir yere düzenli biçimde taşımanın zorluğunu bunu yaşayanlar bilir.

Bir evin kitaplığını taşımak, yatak odasını, oturma takımlarını, mutfak araç ve gereçlerini taşımaktan çok daha zordur. Çünkü, bir kitaplıktan gereği gibi faydalanabilmek için, kitaplığın, kitap adlarına, yazarlarına ve konularına göre düzenlenmesi gerekir. Taşımayı zorlaştıran da budur.

Emeklilik sonrası Çamiçi Yaylası’nda yaptırdığım 50 metrekarelik küçük evime taşınırken, kitaplarımı karton kutularla bir depoya koymuş, gereksinim duydukça kutuları açarak evdeki kitaplığıma yerleştirmeye başlamıştım.

Dün böyle bir kutuyu açtığımda, Macar gençlik yazınının en güzel yapıtlarından biri olan “Pâl Sokağının Çocukları” adlı kitapla karşılaşınca 65 yıl öncesine gittim.

*

Okuma-yazmayı yeni öğrenmiş bir ilkokul öğrencisiydim.

Babam okumaya çok düşkündü. Yaşadığımız kasaba ölçeğine göre oldukça zengin bir kitaplığı vardı. Eve iki gazete –Cumhuriyet ve Hürriyet- girerdi. Gazeteleri satıcıdan ben alır, öncelikle resimli romanlarını okurdum.

Babamın, giysi, kumaş türü şeyler satan bir işyeri (manifatura mağazası) vardı. Radyo satıcılığı da (bayiliği) yapardı. Bu mağazanın hemen üzerindeki bir bahçede, Şükriye Alp isimli bir öğretmenin kirayla oturduğu ahşap, derme çatma (baraka) bir ev vardı.

Şükriye Öğretmen, üç çocuklu dul bir kadındı. Eşinin, sol düşünceler taşıdığı için tutuklandığı ve daha sonra İstanbul Sirkeci’deki Sansaryan Han’ın penceresinden atılıp öldürüldüğü söylenirdi.

Şükriye Öğretmen beni okutmamıştı. Ama, ben onu çok severdim.

Sevme nedenim, yaz aylarında, oturduğu barakanın önündeki çayırlık alana kilimler sererek, küçük çocuklara çay, meyve şurupları, kek, poğaça gibi şeyler ikram etmesi ve ellerine birer kitap tutuşturarak o kitapları okutmasıydı.

Aslında küçük kasabamızda bu bile dedikodulara neden olurdu. Ama benim annem babam Şükriye Hanım’ı severler ve onun bahçesinde kitap okumama izin verirlerdi.

O bahçede sadece Ferenç Molnar’ın “Pâl Sokağının Çocukları” nı mı okumuştum? Hayır, yıllarca benim üzerimde derin izler bırakan birçok çocuk kitabını hep Şükriye Hanım’ın elinden okumuştum.

Benim okumaya olan düşkünlüğümü fark edince, okumak için eve kitap götürmeme de izin verirdi.

Küçük Prens, Peter Pan, Alice Harikalar Diyarında, Pollyanna, Demiryolu Çocukları, Küçük Lord, Gizli Bahçe, Güliver’in Gezileri, Küçük Kemancı, Grimm ve Andersen Masallarını ve adlarını anımsayamadığım birçok kitabı, okul tatillerinde o bahçede okumuştum.

Beyaz Filin Maceraları, Kamçılı Medeniyet, Danseden Ayı Bimsa, Köprüaltı Çocukları, beni alır başka dünyalara götürürdü.

Bazen bahçedeki diğer çocuklar evlerine giderler, sadece ben kalırdım. O zaman Şükriye Öğretmen, “Burada olduğundan annenin haberi var mı?” diye sorardı. Bir keresinde benimle beraber evimize gelmişti.

Daha sonraki yıllarda Şükriye Öğretmen, benim sevgili Şükriye Hanım Teyzem olmuş ve aramızda ana-oğul ilişkisi gibi bir ilişki doğmuştu.

8 Ocak 2002’de kaybettiğimiz bu değerli insan ışıklar içerisinde yatsın!

*

Niksar’da benim çocukluğumda salı günleri “pazar” kurulurdu.

Çanakçı Deresi’nin üzeri açıktı. Bugünkü Öğretmenevi’nin yerinde bulunan Gazi Ahmet İlkokulu’nun önünden başlayarak, Çanakçı Deresi’nin öbür yakasında, Çilhane Camii ile Yılanlı Köprü arasındaki alan “pazaryeri” idi. Bugünkü vergi dairesinin yerinde, Gazi Ahmet İlkokulu’nun bahçesinde bulunan ek bina vardı. Onun karşısında Şöhretoğlu Hacı Dede’ye ait bir sergen, sergenin yanında da Çanakçı’dan pazaryerine geçilen ahşap küçük bir köprü bulunuyordu.

Pazaryeri’nin Çanakçı Deresi kenarında demirci dükkânları, bu dükkânların yılanlı Köprü tarafında da semerci dükkânları vardı.

Pazaryerinin tam ortasında, heybetli bir çınar ağacı ve onun altında da Tufan isimli birisinin sergimsi dükkânı vardı. Onun önünden, çarşı caddesine bir yokuşla çıkılırdı. (Bugün o yokuşun yerinde merdivenler var) Bu yokuşun Arasta Çarşısı girişinde sağ tarafta Dadanların Mustafa Efendi’nin manifatura dükkânı bulunuyordu. Ön tarafta ise bina yoktu.

Mustafa Amca’nın dükkânının tam karşısında hafta günleri bir kitap sergisi açılırdı.

Bu sergide 5, 10 ve 25 kuruşluk kitaplar satılırdı.

Bu kitap sergisinin, çocukluk dönemimde oldukça önemli bir yeri vardır.

Her pazar kurulduğunda hemen o sergiye gider kitapları karıştırır, param varsa bir de kitap alırdım.

Bir gün cebimde sadece yüz param vardı. (O yıllar kenarları kırtışlı bir kuruşlar, ortası delikli yüz paralar kullanımdan kaldırılmamıştı. Bir kuruş kırk para idi. Yüz para ise ikibuçuk kuruş demekti) Serginin sahibine “Emmi, şu kitabı ikibuçuk kuruş versem de burada okusam, olur mu?” demiştim. Adam gülerek, “Para istemez yeğenim, otur oku!” yanıtını vermişti.

Anonim Türk Halk Edebiyatı’nın birçok yapıtını orada görmüş, almış, okumuştum.

Kan Kalesi, Hayber Kalesi, Kaf Kalesi, Berber Kalesi, gibi cenk kitaplarını; Ebu Müslim, Battal Gazi, Köroğlu gibi kahramanlık kitaplarını; Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha, Elif ile Mahmut gibi aşk öykülerini hep o sergideki kitaplardan okumuştum.

O kitapları okurken bazen İsfehan Şahı’nın oğlu Kerem olup, Ermeni Keşiş’in kızı Aslı’ya; bazen Kays (mecnun) olup, Arap kızı Leyla’ya aşık olurdum.

Bazen Şirin’e sevdalanır, Amasya’ya su getirmek için kayaları delen Ferhat’a dönerdim.

Bazen atım Düldül’e biner, elime ucu çatallı kılıcım zülfikârı alır, Kureyş’in bin kişiye bedel kahramanı Amr Abd ile dövüşen Allah’ın yenilmez aslanı Hz. Ali kesilirdim.

Bazen rüyalarımda Sherlock Holmes, Nat Pinkerton, Nick Carter gibi zeki dedektiflerle beraber akıl almaz cinayet vakalarını çözer, herkesin hayranlığını kazanırdım.

İlkokul döneminde, ders kitabının içine yerleştirdiğim polisiye kitabı okumaya daldığım için bana seslenen öğretmeni duymayıp kulağımın çekilmesine gülen sınıf arkadaşlarıma şaşkın şaşkın baktığımı anımsıyorum.

Bir keresinde, ninemin dedeme, mağazaya öğle üzeri evden sefertasıyla gönderdiği yemeği; suyu akmayan bir çeşme yalağının içine oturup kitap okumaya daldığım için götürmeyi unutup, dedemden dayak yemiştim.

Ne güzel günlerdi…

Niksar’ın, güzel ve küçük kasabamın, televizyonsuz, bilgisayarsız, herkesin birbirini tanıdığı1950’li yıllarını; hangi mahallede, hangi evin önünde oynarken acıkmışsam o evde karnımı doyurabildiğim sevgi ve dostluk ilişkilerini özlüyorum.