13 Kasım 2013

ATATÜRK’TEN BİR ÖYKÜ…

ile Hami KARSLI

 

Türk Ulusu’nun büyüklüğüne ve üstün uygarlık yeteneklerine yürekten inanan Atatürk, Ulusun tarihini bilmesi ve araştırarak öğrenebilmesi için 1931 yılında “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” ni;

Türk Dili’nin öz güzelliğini ve varsıllığını (zenginliğini) ortaya çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek için de 1932 yılında “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” ni kurdurmuştu.

Çünkü, Osmanlı Devleti’nde ne Türklük bilinci vardı ne de Türk dili bilinci!

Daha sonraları Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu adlarını alan bu kuruluşlar, Atatürk’ün “Milliyetçilik” ilkesi gereğince kurulmuştu.

(Atatürk, mal varlığının bir kısmını bu kurumlara bırakmıştı. 1983’te Atatürk’ün kalıtyazısı (vasiyetnamesi) çiğnenerek bu kurumlar devletleştirilmişti.)

Bugün, kendilerine “Ben Milliyetçiyim” diyen bazılarının dilde özleşmeye karşı çıkmalarını anlamak olası değildir.

*

            Aşağıdaki öyküyü bana, Dil Devrimi’nin ödünsüz ve usanmaz savunucusu Sevgili Tarık Konal göndermişti. Bu köşenin okuyucuları bilirler, Tarık Konal, Atatürk Devrimleri’nin tümüne gönül vermiş emekli bir orman yüksek mühendisidir.

 

 “Bilge Önder Atatürk, İslam öncesi Türk devletlerinin yazıtlarının sözcük gömüsünden bulup çıkardığı us, sin, sezik, tüz, tutgun, karşut, erinç gibi sözcüklerin, Türkçemize izinsiz girmiş Arapça, Farsça akıl, mezar, şüphe, hukuk, esir, zıt, huzur gibi sözcüklerin yerine kullanılmalarını sağlamıştı.

          Bilge Önder, bu özleştirme çabalarına, örtülü biçimde eleştiriler getirildiğini de bilmekteydi.

          Dilbilimci, Doktor Mehmet Ali Ağakay’ın (1893-1965)  aktardığına göre Atatürk, eleştirileri yapan dardağarcıklı (yetersiz bilgili) kişilere bir öykü anlatarak yanıt verirmiş.

          Atatürk’ün anlattığı “Köy Ağasının Silahlığı” adlı bu öyküyü sizle paylaşmak isterim:       

          Çevresinde pek sevilmeyen bir köy ağası bir gün güzelce giyinmiş, yeni parlatılmış çizmelerini ayağına geçirmiş, silahını, fişekliğini kuşanmış, birkaç saat ilerideki ilçenin hamamına gitmek ereğiyle yola koyulmuş, ilçeye ulaşmış.

          Hamama girmiş, giysilerini bir bohçaya sarıp sarmalamış. Silahını da duvara astıktan sonra yunak yerine geçmiş. Yıkanıp çıktıktan sonra giyinmek ereğiyle bohçasına el attığında, ne görsün? Bohçasındaki giysilerinin yerinde yeller esiyor. Ağa, giysilerinin çalındığından yüksek sesle yakınırken, hamamcı “çok konuşma” demiş, sevilmeyen bu ağaya. “Kimbilir, belki buraya giysilerin olmadan gelmişsindir.” diye de eklemiş.

          Ağa, bakmış inandıramıyor hamamcıyı, çıplak bedenine fişekliklerini kuşanmış, hamamın önündeki meydana çıkmaya yeltenmiş. Bir yandan da bağırıyormuş.

          “Ey ahali!” diyormuş, “Ben bir ağayım. Biliyorum beni pek sevmezsiniz ama Allah aşkına söyleyin, ben iki saat uzaklıktaki köyümden buraya böyle, çıplak gelmiş olabilir miyim?”

          Bağrışmaları duyup gelen insanlar, ağanın durumuna önce gülmüşler, sonra düşünmüşler.

          “Biz bu ağayı sevmeyiz; ancak bir insan, köyünden ona hiç yaraşmayacak biçimde çıplak çıkmış, buraya çıplak gelmiş olamaz.” demişler. Ağaya hak vermişler.

 

          Bilge Önder Atatürk, öykünün anlatımını bitirince, biraz soluklanır

          “Araplarla tanışıncaya kadar Türk’ün devlet, hukuk, adalet gibi uygar kavramlara; namus, vicdan, erdem gibi yüksek duygulara birer ad vermemiş olması düşünülebilir mi?

          Bir ağanın köyünden çıplak çıkmadığına, ilçeye çıplak gelmediğine herkesin aklı yattı ama Türk’ün anayurdundan dilsiz çıkmadığına -hâlâ- akıl erdiremeyen aymazlar var…” dermiş.

          Günümüzde, güzel dilimiz Türkçemizin özleşmesi çabalarına eleştiriler getiren dardağarcıklı aymazların sayısındaki artıştan kaygılıyım!”

 

          Evet, Sevgili Konal’ın bana gönderdiği ileti bu!

Bilindiği gibi, Türk Ulusu’nun, yaklaşık 10. yüzyıla kadar inancı Şamanizm’di.

          Türkler ile Müslüman Araplar’ın tarihte ilk kez anlaşarak Çinliler’i Talas Irmağı kenarında yenilgiye uğrattıkları 751 yılı Türkler’in Müslümanlaşmalarındaki en önemli tarihtir.

Türkler Araplar’ın dini ile beraber, Arapça ve Farsça’yı da kullanmaya başlamışlar; daha sonraları ise bilim ve teknikte kendilerinden ilerde olan batı ülkelerinin dillerindeki sözcükleri de konuşma ve yazılarına sokmuşlardır.

Bugün dünyada 2800 ayrı dil kullanılmaktadır.

Her ulus, kendi diliyle konuşur. Buna “Ulusal Dil” diyoruz.

Ulusu oluşturan öğelerin başında dil gelir.

Bunu çok iyi bilen Büyük Atatürk, dilde özleştirmeye büyük çaba ve özen göstermiştir.

Dilde özleşmeye, Öz Türkçe sözcüklere karşı çıkan “sözde milliyetçiler” e gerçekten sormak gerekir:

     Türkler, Anayurtlarından dilsiz çıkmışlar da, o nedenle mi yabanın dilini almışlardı acaba?