05 Ekim 2011

DİL BAYRAMI

ile Hami KARSLI

 

 26 Eylül 1932, güzel Türkçemizin yabancı diller boyunduruğundan kurtarılması

ve dilimizle ilgili bilimsel çalışmaların yapılması amacıyla oluşturulan 1. Türk Dil

Kurultayı’nın toplanma tarihidir. 79 yıldır DİL BAYRAMI olarak kutladığımız bu gün

nedeniyle geçtiğimiz hafta içerisinde yurdumuzun çeşitli yerlerinde etkinlikler yapıldı.

 Aslında geçen hafta yayınlamayı düşündüğüm aşağıdaki yazıyı, Atatürk karşıtı Milli Eğitim Bakanı’nın adeta darbe niteliğindeki bir eylemini eleştirmeyi daha önemli gördüğüm için yayınlayamamıştım.

 Bir hafta gecikmeyle tüm Tokat Haber okuyucularının “Dil Bayramı” nı kutluyorum.
 

***

1962 yılında, “Servet-i Fünûn döneminde mensur şiir” konulu bir çalışma yapmıştım. Bu dönem, Arapça, Farsça sözcük ve tamlamaların çok kullanıldığı bir dönemdir. Ben de, çocukça gösteriş merakı içerisinde 60-70 yıl öncesi kullanılan Arapça ve Farsça sözcükleri kullanıyordum.

 Beyazıt’taki “Sahhâflar”(eski kitap alınıp satılan yer) Çarşısı’nda,Mehmet Rauf’un 1901’de yazdığı “Siyah İnciler” adlı mensur (manzum olmayan) şiir kitabını bulmuş, içindeki ‘mensureleri’ ezberlemiştim.

 Yerli yersiz, zamanlı zamansız hep yabancı sözcükler kullanıyor, bunu bir beceri (marifet) sanıyordum.

 Örneğin, ‘güneşin doğuşu’ yerine “tulû-i şems” ; ‘çağrışım’ yerine “tedâi” ; ‘bağışlanamaz’ yerine “gayr-i kabil-i afv” diyordum.

 Sevdiğim sınıf arkadaşım bir kız vardı. Onunla konuşurken “piste leb” (fıstık gibi küçük dudaklı), “şeker dehân” (şeker sözlü, tatlı dilli), “şemim” ‘güzel kokan’ vb. gibi Arapça, Farsça, sözcük, ‘terkip’ ya da terimleri sıralayıveriyordum.

 Bir gün kızlı erkekli bir grup arkadaş okulun edebiyat dersliğinde bağıra çağıra bir konuyu tartışıyorduk. Yaşlı bir ‘hoca’mız gelip bize gürültü yapmamamızı, derslikten çıkmamızı söylemişti. Ben çıkarken ‘hoca’nın duyacağı şekilde “zaten bu okulda sa’y-i amel hürriyeti yok” (çalışma serbestisi yok) diye söylenmiştim.

 Ertesi gün rahmetli edebiyat hocamız Kadri Ziya Kiper, derste beni ayağa kaldırarak sormuştu:

 -“Oğlum, sen kaç yaşındasın?

 -“Yirmi iki efendim.”

 -“Öyle mi, ben seni 122 yaşında sanıyordum. Oğlum, o eşek arısı sokasıca dilini düzelt. Gülünç oluyorsun.”

 Arkadaşlarımın yanında utanmış, yerin dibine girmiştim.

 O gün bu gündür, konuşurken ve yazarken –becerebildiğim kadar- yabancı sözcük kullanmamaya özen gösteririm.

*

Son günlerde sevdiğim kimi dostlarım benim kullandığım bazı sözcükleri

yarı şaka yarı ciddi eleştiriyorlar. Hatta bazıları da dalga geçiyorlar.

 Kısa pantolon döneminden beri arkadaşım olan biri benim adıma eklediğim “yazın öğretmeni” ‘sıfat’ına gönderme yaparak “Hami, kışın öğretmeni de var mı?” dedi. Sadece tebessüm etmekle yetindim.

 “Yazın öğretmeni” tamlamasına takanlar aslında bunun “edebiyat öğretmeni” anlamına geldiğini biliyorlar. Bu, “Neden edebiyat öğretmeni, diye yazmıyorsun?” sorusunu sormalarından belli oluyor.

 Bu arkadaşlar “edebiyat” dünyasıyla biraz ilgili olsalar çok uzun süredir Arapça “edebiyat” sözcüğü yerine Türkçe “yazın” sözcüğünün kullanıldığını bilirlerdi.

 Arapça anlamıyla ‘edebiyyat’, ‘ilm-i edeb’ in bütün bölümlerini toplayan çoğul anlamlı bir sözcüktür. Tanzimattan sonra Türkçe’de bugünkü tekil anlamıyla ve ‘y’ harfinin biri kullanılmayarak ‘edebiyat’ şeklinde kullanılmaya başlanmıştır.

 Dil bir anlaşma aracıdır. Eğer ‘dil’ in bu özelliği bozulmadan Arapça yerine Türkçe bir sözcük kullanılıyorsa, bundan rahatsızlık duyulmasını anlayamıyorum.

*

 Niksar’da yayımlanan gazetelerin birinde 1967 yılında yazılan “Hangi Öztürkçe?” başlıklı, M. Âkif Aydın imzalı bir yazı var. Yazar soruyor: “Azıcık vicdanı olan söylesin, şu uydurukça kelimelerden hangisi öztürkçe?” “olgu – özerk – örgüt – özgürlük – bilinç – koşul..”

 Şimdi doğrusu merak ediyorum, eşi dolayısıyla benim de akrabam olan Türk Hukuk Tarihi ve İslam Hukuku konusunda uzman olan Prof. Dr. M. Âkif Aydın (eşi Karslıoğlu Hacı Mustafa Özdemir’in torunudur) acaba yukarda saydığı sözcükleri bugün kullanıyor mu?

 Öyle sanıyorum ki, Sevgili Aydın artık ‘bilinç’ yerine ‘şu’ûr’ veya bilinçsiz yerine ‘bî şu’ûr’ demiyordur.

*

 Dilde özleşmenin ne kadar hızla ilerlediğini görmek için çok eskilere gitmeye gerek yok. On yıl geriye bakarsanız, o gün kullandığınız birçok sözcüğün yerine yenisini kullandığınızı görürsünüz.

 Tarihte, dillerini kaybeden ulusların kendilerinin de kaybolduğunu görüyoruz.

 Yabancı sözcüklere karşı ilk tepki Orhun Yazıtları’nda ortaya çıkar. Kültekin ve Bilge Kagan, savaşlardan yorgun düşmüş ulusuna seslenirken şu gerçekleri de açıklıyorlardı.: “O soylu kanın su gibi aktı, kemiklerin dağlar gibi yığıldı…, beylik dinç oğlun kul oldu, temiz kızın cariye oldu…, Türk Beyler Türkçe adlarını bırakıp Çince adlar aldılar…”

 Kültekin ve Bilge Kagan, Orhun yazıtlarıyla, Türk diline ilk ve önemli emeği vermişler, Türkçeyi anıtlaştırmışlardır.

 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmut, 12. yüzyılda Balasagunlu Yusuf Has Hacip, 13. yüzyılda Sultan Veled, Karamanlı Mehmet Bey, 14. yüzyılda Ahmet Fakih, Yunus Emre, 15. yüzyılda Aşık Paşa, 16.yüzyılda Edirneli Nazmi, Tatavlalı Mahremi Türkçenin yabancı dillerin etkisinden kurtulması için çaba gösterdiler.

 Ancak 17. yüzyıldan itibaren kimi aydınların Türkçeyi koruma ve kullanma konusundaki çabalarına karşın dilimiz gittikçe hızlanan bir biçimde yabancı dillerin etkisine girdi.

 12 Temmuz 1932 tarihinde kurulan Türk Dil Kurumu, Atatürk’ün dil konusuna verdiği önemin ve bu konuda yaptığı çalışmaların ürünüdür. Genel kültür dilimiz, tüm karşı çabalara karşın 1932’den bu yana 6500 yeni Türkçe sözcük kazanmıştır. Atatürk, 2 Eylül 1930 yılında “… ülkesini, bağımsızlığını korumasını bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” diyordu.

*

 Dilimize başka dillerden giren sözcükleri, eğer o dil hakkında yeteri kadar bilgimiz yoksa genellikle yanlış kullanır ve gülünç duruma düşeriz.

 Bu durumun örneklerini gazetelerde ve televizyonlarda görüyoruz.

 Bugün sabah TRT-2’de ekonomiyle ilgili bir konuşmada, sunucu “Avrupa’dan gelecek dataları bekliyoruz” dedi. Acaba burada “data” yerine “bilgi”, “veri” gibi bir sözcük kullanılsa daha iyi olmaz mıydı?

 Yine bir özel TV kanalındaki dizide:

 “Âbi onu karşımda öyle görünce çüş falan oldum yâni.. Oğlum bu iş bizi kasar dedim, fenâ göçeriz dedim, enjoy durumları yâni.. Ama concon muyum ki ben, baktım ki o da bana kesik.. Sarıl oğlum dedim, bu manita senin.. ‘Hav ar yu yavrum?'”

? ! … . . . .
*

“Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk şey ne olurdu?” sorusuna Konfüçyüs, “İşe önce dili gözden geçirmekle başlardım” der.

 Dil bilinci ile yurtseverlik ve ulus bilinci arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır. Dil bilinci, yurttaşlarımızın yurtseverlik duygularını ve ulus bilincini diri tutmakta önemli bir görev üstlenir. 

Türk Ulusu’nun bir bireyinin Türkçeye göstereceği özen ve saygı onun ulusuna göstereceği saygıyla özdeştir.