14 Eylül 2011

DÜŞMANA YARDIM ETMEK…

ile Hami KARSLI

  Bir zamanlar bizim kuşağın başucu kitaplarından biri olan, Yargıç Ali Faik Cihan’ın 1965 de yazdığı “Sosyalist Türkiye” adlı kitabında anlattığı bir olay beni çok etkilemişti:

“Yırtıcı bir kuş olan doğan, bir tavuk sürüsüne saldırdığı zaman, çoğu kez en besili tavuğu enseleyip götürür. Oysa bir doğanın gücü, büyük bir tavuk ağırlığındaki bir cismi yerden kaldırıp uzaklara götürmek yeteneğinde değildir. Ama yakalanan tavuk kaçıp kurtulmak için kanatlarını açar ve uçmaya koyulur. Doğan, kendiliğinden havalanan tavuğa havada bir yön verip onu yiyebileceği ıssız bir yere götürür. Tavuk, kendisini yiyecek olan hasmına kendisi yardım etmektedir.Kanatlarını açmasa, hasmının onu götürmesine yerçekimi engel olacak ve diğer tavukların kaçışmalarından durumu anlayacak olan kümes sahibi gelip doğanı kovalayacaktır.”

Emperyalizmin ve onun yerli işbirlikçilerinin bir ülkeyi ve o ülkede yaşayan ulusu sömürebilmelerinin ana nedeni budur.

Bir insanın düşmana yardım etmesi iki şekilde olur.

Birincisi, çıkar sağlamak amacıyla bu iş bilerek, isteyerek yapılır ki, biz onlara “hain” deriz. Çünkü onlar, yurduna, ulusuna kötülük eden, ihanet eden kişilerdir. Her toplumda sayıları çok olmasa da böyle insanlara rastlamak olasıdır.

Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında söz, yazı ve eylemleriyle “hain” oldukları ortaya çıkan insanları tarih kaydetmiştir. Bugün onları nefretle anıyoruz.

İkinci türde düşmana yardım edenler, bu işi “tavuğun, kendisini yiyecek olan doğana yardım etmesi”  gibi bilinçsizceyaparlar. Bu tür insanların sayısı birinci gruptakilere göre oldukça fazladır.

Genelde “sandık demokrasisi” dediğimiz demokrasilerde bilinçsiz kitlelerin kullandıkları oylarla sonuç belirlenir.

Köy enstitülerinin kurucularından, zamanın İlköğretim Genel Müdürü olan İsmail Hakkı Tonguç’un, 1940’lı yılların başlarında yaptığı demokrasi tanımı bu açıdan çok önemlidir: “Demokrasinin iki çeşidi vardır. Biri zor ve gerçek olanı, öbürü de kolayı, oyun olanı. Topraksızı topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama bağlamadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz birincisi, köklü değişiklikler ister. Bu zor demokrasidir ama gerçek demokrasidir. İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin; toprağı, işi olsun olmasın, halkavcılığıyla (demagojiyle)  serseme çevrilen halk, bir sandığa elindeki kâğıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu, oyundur, kolaydır. Amerika, bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz de demokrasinin kolayını seçtik. Çok şeyler göreceğiz daha…”

Sandık demokrasilerinde genelde bilgi, beceri sahibi, o makama yaraşır ama yoksul olan kişilerin seçilmesi olası değildir. Çoğunlukla, sandık demokrasisiyle “egemen güçlerin temsilcileri” seçilirler. Zaten emperyalizmin de istediği budur.

Bugün ülkemizdeki işbirlikçiler, şeriatçılar, para babaları, federasyoncular, ikinci cumhuriyetçiler, ellerine geçirdikleri sözlü ve yazılı basın-yayın organlarıyla böyle bir demokrasiyi savunmaktadırlar.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1932 yılında yazdığı Yaban adlı romanının bir yerinde, roman kahramanı olan Ahmet Celal’e şunları söyletir:

“Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.

Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin.Üstünde yaşadığı bir toprak vardı, işletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabiî ayaklarına batacak. İşte her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”

Belki o yıllarda, yani ümmetten bir millet yaratılmaya çalışıldığı o günlerde halkımızı böyle savunmak, ona yeterli bilinç ve refah götürmeyen “aydın sıfatlı” insanları eleştirmek doğruydu.

Ama günümüzde, göz göre göre emeği sömürülen, buğdayı, fındığı, üzümü, pamuğu, hayvanı değersizleştirilen bir kesimin, bunları yapan işbirlikçi güçlülere yardım etmesini anlamak ve savunmak oldukça güç!

Aynen, Yakup Kadri’den 12 yaş küçük olan Büyük Türk Ozanı Nazım’ın dediği gibi:

 Akrep gibisin kardeşim, / korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. / Serçe gibisin kardeşim, /serçenin telaşı içindesin. /Midye gibisin kardeşim, / midye gibi kapalı, rahat. / Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. / Bir değil, / beş değil, / yüz milyonlarlasın maalesef. / Koyun gibisin kardeşim, /gocuklu celep kaldırınca sopasını / sürüye katılıverirsin hemen / ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye./ Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, /hani şu derya içre olup / deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf. / Ve bu dünyada, bu zulüm / senin sayende. / Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak / kabahat senin, / — demeğe de dilim varmıyor ama — /kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”