09 Mart 2011

EMPERYALİZM

ile Hami KARSLI

 Ülkemizde olup bitenleri tam kavrayabilmek için emperyalizm olgusunu iyi bilmemiz gerekir.

Latince imperium (egemenlik) sözcüğünden gelen emperyalizm, 19. yy. sonları ve 20. yy. başlarında kendini gösteren kapitalizmin en son ve en yüksek aşaması diye tarif edilir.

Bilindiği gibi, para kendi başına bir kapital değildir. Bir başkasına ait emeğin sömürülmesinde kullanıldığı zaman kapital olur. Kapital, sahibine ücretli işçilerin sömürülmesi yoluyla gelir getiren bir değerdir. Eğer, üretim araçları kentsoyluların (burjuva sınıfının) özel mülkiyetinde toplanmış ve işçiler de yaşayabilmek için işgüçlerini satmak zorundaysalar sömürü kaçınılmaz olur. Kapitalist ülkelerin halklarının büyük çoğunluğu üretim araçlarından yoksundurlar. Bu nedenle de yaşayabilmek için işgüçlerini satmaktan başka çareleri yoktur. Egemen sınıfların zenginleşme yolu budur.

Bazen kapitalist tekeller, devlet aygıtıyla beraber büyür ve güçlenirler. Bu durum daha sonra devletin kapitalist tekellere boyun eğmesini beraberinde getirir. Biz buna tekelci devlet kapitalizmi deriz.

Tekelci devlet kapitalizminin oluşmasıyla ülkeler arasında çelişkiler, pazar-hammadde savaşımı, başka ülkelerin işgali, zayıf ülkeler halklarını köleleştirme çabaları da hız kazanır.

Köleci, feodal ve kapitalist toplumların en karakteristik özelliği sömürü düzenidir.

Bir başkasının emeğinin, ürünlerinin, üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar (burjuvalar) tarafından sömürülmesi değişik biçimlerde olur. Köle sahibi kölesini; feodal toprak beyi kendisine bağlı köylüyü; kapitalist ise işçiyi sömürür.

Sömürgeci toplumlarda, sömürülenlerle sömürenler; ezenlerle ezilenler arasında uzlaşılmayan bir zıtlık oluşur. Bu ise sosyal devrimlere yol açar.

***

 Yukarda, emperyalizmin, toplumcu görüşe göre kısa bir tanımlamasını yaptım.

Emperyalizmi, bir ulusun, başka bir ulusun ya da başka ulusların topraklarını ele geçirerek yayılması, onları siyasal ve ekonomik egemenliği altına alması ya da böyle bir siyasa gütmesi şeklinde de tanımlayabiliriz.

Sözcüğün Türkçe karşılığı olarak ta yayılımcılık veya yayılmacılık sözcüklerini kullanabiliriz.

***

 Bugün ülkemiz tam manasıyla ABD ve AB emperyalizminin kıskacında bir görünüm sergilemektedir. Yıllardır psikolojik bir saldırı altında olan Türkiye, ne zaman bağımsız bir dış politika izlemeye kalksa derhal büyük sorunlarla karşılaşmıştır.

Lozan’da, Musul üzerindeki haklarımız söz konusu edilince içerde gerici ve etnik Şeyh Sait ayaklanmasıyla uğraşmış, Hatay konusu gündeme gelince Dersim olayları patlak vermiştir.

Ülkemizi yönetenler 1959’da AB’ye üye olmak için başvurdular. Geçen zaman bu başvurunun ne kadar öngörüsüz ve akıldan uzak olduğunu bize gösterdi.

1995’te yine son derece akılsızca –bugün ülkemizi 250 milyar dolar zarara sokan- Gümrük Birliği Anlaşması yapıldı. Güya üç yıl içerisinde Türkiye AB’ye üye olacaktı.

Avrupa Birliği’nin Türkiye’den isteklerine kısaca bir göz atarsak, nasıl bir tehlike ile karşı karşıya geldiğimiz daha iyi anlaşılır.

AB, Lozan Anlaşması’na aykırı olarak yeni azınlıklar yaratmaya çalışmakta, Kürt kökenli vatandaşlarımızı bize azınlık diye göstermektedir. AB Parlamentosu’nda 6 kez Kürt Konferansı düzenlendiği de unutulmamalıdır.

AB, Rumlar’a hava sahası ve İstanbul’da bir limanın açılmasını istemektedir.

AB, Zürih ve Londra anlaşmalarına aykırı olarak Güney Kıbrıs’ı üye yapmıştır. Alman Başbakanı, Kıbrıs’taki askerimizi işgalci diye tanımlamıştır.

Ülkemizi bölünmüş olarak gösteren haritaları ders kitaplarına koyan ve parlamentosunda Ermeni Yasasını kabul eden Fransa Başkanı Sarkozy, Türrkiye’nin AB üyeliğine kesinlikle karşıdır.

AB, Türkler’e SCHENGEN vizesi altında eziyet çektirmektedir.

AB Müsteşarı Mikael Miller, Diyarbakır’da yaptığı bir konuşmada, Türkiye’nin egemenlikle ilgili konularda bazı noktalardan vazgeçmesi gerektiğini ifade etmiştir.

Kürt sorununa siyasi bir çözüm bulmayı, yabancı azınlıkların mülklerinin geri verilmesini, üniversitelerde türban serbestisini, yüksek yargıya haddinin bildirilmesini, Ergenekon soruşturmasının devam etmesini, yargının bazı partileri kapatmasının engellenmesini, büyük su havzalarının yönetiminin kendilerine bırakılmasını, devlet dairelerindeki Atatürk resimlerinin kaldırılmasını, İstiklal Marşı’mızın değiştirilmesini isteyecek kadar küstahlaşan AB emperyalizmini Türk Halkı’nın iyi tanıması gerekmektedir.

***

 Osmanlı Devleti’nin dağılma döneminde emperyalist devletlerin İstanbul’da çöreklenmiş olan temsilcileri, kendilerine ajanlık yapacak, istihbarat toplayacak, kendi önerilerini uygulayacak veya uygulatacak insanlara çeşitli adlar altında para verirlermiş. 1947-48 yıllarından başlayarak ABD’nin Türkiye’de kendi yandaşlarına veya yanlarına çekmeye çalıştıkları insanlara para aktardıkları bugün iyi bilinmektedir.

1980’li yıllardan beri de Avrupa Birliği bu uygulamaları başlatmış ve halen de para dağıtmaya devam etmektedir.

Efendilerinden para alanların, efendilerine hizmet etmeleri de kaçınılmazdır.

Ulusal Kurtuluş Savaşı, İngiliz emperyalizminin liderliğindeki güçlere karşı yapılmıştı. O zaman görünen bir düşman vardı. Toprağına giren, karısına kızına saldıran düşmana karşı Türk halkı kazması, küreği, sopasıyla karşı koymuştu.

Düşman, yani emperyalizm daha sonraları ülkemize başka kılık kıyafetlerle girmeye başladı.

ABD Başkanı Henry Truman’ın 1947’de, kendi adıyla anılacak “Truman Doktrini”yle askeri yardım şekliyle girdi. ABD’nin ileri karakolu olduk.

1948’de Marshall Planı yürürlüğe girdi. ABD, Türkiye’ye ekonomik yardımlarla iyice yerleşti.

Öyle ki artık devletimizi yönetenlerin amacı Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapmaktı.

Celal Bayar, İstanbul’da Taksimde yaptığı bir konuşmasında: “Otuz sene sonra bu mübarek memleket, 50 milyon nüfusu ile küçük bir Amerika olacaktır” diyordu.

Emperyalizm okullarımıza süt tozuyla, barış gönüllüleriyle, ABD’li uzmanlara hazırlatılan eğitim programlarıyla girdi.

***

 1923 Devrimi, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu dünyaya duyuran ve emperyalizmin pençesinde kıvranan mazlum uluslara yol gösteren bir devrimdi.

17 Şubat 1923’te İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde Atatürk şöyle diyordu:

“…Tam bağımsızlık demek, elbette siyasa, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, milletin ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir. Biz, bunu sağlamadan ve elde etmeden başarıya ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz.”

***

 Tam 96 gün sonra, ülkemizde yeni bir genel seçim yapılacak.

Seçim arifesinde görünen Türkiye tablosu nasıldır?

 

Türkiye, ABD’nin, Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak üzere hazırlanan bir projenin eşbaşkanı olmakla övünen bir başbakan tarafından yönetiliyor.

Bu başbakan yakın geçmişte: “Tezkere geçmezse memura maaş ödeyemeyiz”; zam isteyen memura “IMF’yi ikna edin”; “Toprak satılıyorsa alıp götürmüyorlar ya”; Müslüman topraklarını işgal eden ABD askerleri için “evlerine sağ salim dönmeleri için dua ediyorum”, yabancılara borçlanma konusunda “Borç yiğidin kamçısıdır”; çiftçiye “ananı da al git” kendisini eleştiren gazeteler için “Bu gazeteleri okumayın” diyebilen; danışmanı tarafından Amerikalılar’a “Bu adamı kullanın, onu rögara süpürmeyin” denilen bir Başbakan!

Başka söze hacet var mı?

Unutmayın ki her toplum hak ettiği şekilde yönetilir.