EVLAT ACISI ÜZERİNE
Oktay Akbal, Cumhuriyet’teki köşesinde bundan 31 yıl önce “Evlat Acısı Üzerine” başlıklı bir yazı yazmıştı.
Yazıya konu olan evlat benim oğlumdu.
Yaşasaydı, bugün 40 yaşında olacak olan oğlumu kaybetmiştim.
Zor yıllardı…
Siyasi iktidara ters düştüğüm için oradan oraya sürülüp duruyordum.
İst. Üsküdar Cumhuriyet Lisesi Müdürü iken, hiç neden gösterilmeden Kadıköy Akşam Ticaret Lisesi’ne, oradan Danıştay kararıyla tekrar Cumhuriyet Lisesi Müdürlüğü’ne, aynı gün göreve başlar başlamaz Göztepe İnönü Ortaokulu’na, oradan Kütahya Kurtuluş Ortaokulu’na, aynı gün oradan Tavşanlı Tunçbilek Lisesi’ne öğretmen olarak atanmıştım.
Bütün bunlar birkaç ay içerisinde olmuştu.
12 Eylül faşizmi Türkiye işçi hareketinde ve devrimci mücadelede büyük yaralar açıyordu.
Bu arada Ankara Hacettepe Hastanesi’nde, diyaliz makinesine bağlı olarak yaşayan oğlum ölmüştü.
Eşim İst. Haydarpaşa Lisesi’nde öğretmendi.
Darmadağın olmuştuk.
O dönem, Oktay Akbal ve türbana karşı olması, laikliği savunması nedeniyle öldürülen Bahriye Üçok bizimle ilgili yazılar yazmışlardı.
*
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu, Almanya’da ve Hacettepe Üniversitesi’nde iç hastalıkları uzmanı olmuş, başhekimlik, dekanlık yapmış, İnönü Üniversitesi’nde Gastroenteroloji kliniğini kurmuş ve iki dönem İnönü Üniversitesi’nin Rektörlüğünü çok başarılı bir şekilde yapmış olan Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun yaşadığı dram, beni 1981 yılında yaşadığım ruh haline götürdü.
Fatih Hilmioğlu, Atatürk İlke ve Devrimleri’ni, laikliği, cumhuriyeti savunan bir bilim adamı!
Fatih Hilmioğlu’nun yaşamı, ağır ilerleyen bir karaciğer kanseri yüzünden pamuk ipliğine bağlı!
Fatih Hilmioğlu, suçluluğu kanıtlanmadan dört yıldır Silivri tutukevinde kalırken televizyon haberlerinden oğlunun öldüğünü öğreniyor…
*
Acı nedir?
Bir dış ya da iç etki nedeniyle vücudun bir yerinde oluşan keskin ağrı mıdır?
Bir yerden düşünce, elinize iğne batırılınca veya kolunuz kesilirken duyduğunuz bir duygu mudur?
Yıllar önce okuduğum için anımsamıyorum: Petrarca mı, Dante mi yoksa Goethe mi söylemişti, “Yanıyorum diyebilen yeteri kadar yanmıyor demektir”
Evladını kaybetmeyen hiç kimse evlat acısını bilemez, anlayamaz.
Yarbay Mustafa Dönmez, Sylvester Stallone, Gerard Depardieu, John Travolta bu acıyı bilirler. Çünkü, kendileri yaşarken, evlatları öldü.
Her gün gözyaşlarını gördüğümüz, ağıtlarını işittiğimiz yüzlerce şehit anası, babası bu acıyı bilirler.
Ama hiç kimse bunu yaşamadan bilemez!
Hele de bu acılara neden olan yaratıklar bu acıyı –kendi başlarına gelse bile- yeterince anlayamaz, bilemezler!
*
16 Ekim 2012 günü akşamı, Sayın Prof. Dr. Ali Demirsoy’dan “Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim” başlıklı bir ileti aldım. Konumuzla ilgili bu yazının, iyi okunması ve üzerinde düşünülmesi gerektiğine inanıyorum:
“16.10.2012 tarihinde tanık olduğum bir merasimde, bu toplumun ulaşmış olduğu kimliğin artık benim kimliğimle aynı olamayacak kadar farklılaştığını anladım. Eğer siz toplumun yaklaşımını ve anlayışını anlayamıyorsanız, o toplumun bir bireyi olmaktan uzaklaşmışısınız demektir ya da o toplum, sizin, içinde rahat hareket edemeyeceğiniz ya da benimseyemeyeceğiniz kadar değişmiş demektir. Tanık olduğum şu sürecin üzerinde, ön yargılarınızı bir tarafa bırakarak bir insan olarak, ama sadece bir insan olarak düşünmenizi istiyorum.
… . . . .
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun iki oğlu vardı. Biri şu anda Amerika’da eğitimdeymiş, diğeri Emir; benim de yakinden tanıdığım yakışıklı, saygılı, yüzünden güzellik akan, aydınlık yüzlü bir gençti ve Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde üçüncü sınıfta okuyordu. Her hafta sonu yalnız kalan anasını, babasını görmek üzere Silivri’ye götürüyor, onunla iki gün kalarak geri dönüyordu. 13.10.2012 tarihinde çok kötü bir trafik kazasında yaşamını yitirdi.
Emir’in cenaze ve defin törenine birçok insan gibi ben de katıldım. Benzer durumlarda yaşanan hüzün doğal olarak bu törenlerde de yaşandı. Hepimizin gözlerinden yaşlar aktı. Buna benzer hüzün veren olaylar dünyanın her yerinde ve ülkemizde de sıkça yaşanmıştır. Ancak bu süreçte yer alanların acıklı durumları, çizilen bu tabloya yerleştirildiğinde, belki de dünyanın en kahredici, üzücü ve düşündürücü bir sahnesi sahnelenmiş oldu.
Dünya güzeli oğlunu yitiren ana, başından itibaren; özellikle mezarın başında eridi bitti; bir ananın dramını bütün çıplaklığıyla görüyorduk. Belki, onu, kendisi bir hekim olan kocası teselli edebilecekti; acılarını bir nebze de olsa dindirebilecekti. Gözlerimiz kocanın üzerindeydi. Ancak kocayı, yanında, arkasında, önünde, -her halde- yıllarca kucağına almış, sevmiş, öpmüş, koklamış yavrusunu son seyahatinde yalnız bırakarak kaçmasın diye en az görebildiğimiz 6 kolluk görevlisi çembere almıştı. Zaten 4 yıl tutukluluk ve ağır hastalığı nedeniyle neredeyse bitme aşamasına gelmişti. Bir zamanların saygın doktoru, saygı yöneticisi Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun gözlerindeki -çok az kimsenin anladığını düşündüğüm- acı ifade birçoğumuzun kalbine kurşun gibi oturdu. Hiç kimseye, yaşayan oğluna, üzüntülerin en büyüğünü yaşayan eşine bile yardım edecek durumda değildi. Belli ki sadece bir töreni yerine getirmek için izinli çıkmıştı.
Yasalar nereye kadar izin veriyor, nasıl veriyor bilemem; hukukçu değilim. Ancak Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun geniş bir koruma çemberi içinde Ankara’ya getirilip, evinde kalmasına izin verilmeden, geceyi Sincan Cezaevi’nde geçirmek, defin töreninin ardından (aynı gün mezarlıkta bu tören yaklaşık saat 16.00’da bitti) saat 19.00’da 4 yıldır tutuklu olduğu Silivri’deki koğuşuna götürülmek üzere izin verilmiş. Yani evinde çocuğunun ruhuna okunacak duaya bile âmin diyecek şans tanınmamıştı. Eşiyle birlikte yıllarca yavruları üşümesin diye yorganını örttükleri odaya, son bir defa birlikte bu yorganı katlamak için bir şans bile tanınmadı. Sanki Silivri kaçıyordu.
Bu yazıyı kaleme alırken ananın mezarı başındaki yok oluşunu, babanın gözlerindeki acı ifadeyi, bu durumu toplumun bir kara bahtı olarak görerek gözlerinde sicim gibi boşanan insanları bir türlü unutamıyorum. Anayasanın bile sık sık çiğnendiği bir ülkede, bir ailenin tarif edilemez bir acısına merhem olmamayı neden en katı yasalara bağlıyoruz? Biz bu kadar mı insanlık duygularımızdan uzaklaştık?
Eve ulaştığımda her şeyimle bütünleştiğimi düşündüğüm bu toplumun artık tarif edilen bir üyesi olmadığımı anladım. Bu kadar kin, bu kadar garez, bu kadar acımasızlık, bu kadar gaddarlık benim mensup olacağım topluluk olamaz. Eğer geleneğimiz buna izin veriyorsa, ben bu gelenekten değilim, eğer kültürümüz buna izin veriyorsa ben bu kültürden değilim, eğer milli duygularımız buna izin veriyorsa, ben bu milletten değilim, eğer dinimiz buna izin veriyorsa ben bu dinden değilim. Belli ki kalabalığın içinde yalnız kalmış birkaç insandan biriyim.
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, rektörlüğü sırasında birçok bilimsel toplantıya tam anlamıyla destek oldu. Beğensek de beğenmesek de tasvip etsek de etmese de o dönemde yöneticilik yapmış, birçok bildiriye ortak imza atmış, birçok kararı birlikte almış arkadaşlarını da gözlerimiz aradı. Onu yalnız bırakmayan politikacılarımız, bilim adamlarımız, bir zamanların yöneticileri vardı; ancak gözlerimizin aradığı çok kişiyi –en az bu acı olayda yanında olma ve ona manevi destek vermek için bile- göremedik. İnsani bir görev için bile orada değillerdi. Belli ki sele kapılmış çok insanımız var.
Katılanları, bu yazıyı yazarken şöyle bir tekrar gözden geçirdim. Nitelikli bir grubun olması, bir devrin özelliğini tanımlıyor gibiydi. Sele kapılanların gelmemiş olmasını daha hayırlı gördüm.
Çünkü bir Azerbaycan atasözünde der ki: Sel geldiği zaman ilk olarak çer-çöp gelir.”
Artık sözün bittiği yerdeyiz!