18 Şubat 2015

“HADDİNİ BİLMEK” (YA DA ‘YETKİYİ AŞMAMAK’ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER…)

ile Hami KARSLI

 

“HADDİNİ BİLMEK”

(YA DA ‘YETKİYİ AŞMAMAK’ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER…)

   

Çocukluğumda, bizim evde annemin egemenliği –babama göre- daha fazlaydı.

Ev içinde, babama hepimiz saygı gösterir ama annemin dediğini yapardık.

Hoş, babam da annemin dediğini yapardı. Annem, hem çok zeki hem de çok güzel bir kadındı.

İkisi arasında, bir benzerini şimdiye dek çevremde görmediğim bir sevgi, saygı vardı.

Babam, her sabah annemden önce kalkar, mutfağa girer, annemin kahvesini pişirir, tepsiye –kahvenin yanına- mevsime göre bahçeden bir gül, şebboy, zambak ya da kasımpatı gibi bir çiçek kor, annemin yatağına götürürdü. Ona hep “Hanımsultan” diye seslenirdi (hitabederdi).

Kahvaltı masasını da hep babam hazırlardı. Bunun dışında evimizin tüm iç işlerini büyük bir beceri, hoşluk ve incelikle (zarafetle) annem yapardı.

Aramızda çok az bir yaş ayrımı (farkı) bulunan ağabeyimle ben, yaramazlıklarımızla bazen annemi bezdirirdik. O zaman da annem, bizi evin banyosuna kapatarak uslanmamız için bir yaptırım uygulardı (cezalandırırdı). Bu uygulama genellikle babamın eve gelme saatine yakın bir zamanda olurdu.

Banyomuzun evin bahçesine bakan, demir parmaklı bir penceresi vardı.

Ağabeyimle o pencereden babamızın eve gelmesini beklerdik. Çünkü babam geldiğinde hemen bizi serbest bırakır ve fısıldayarak “annenize görünmeyin” derdi.

Yıllar sonra bu uygulamanın annemle babam arasında anlaşmalı olduğunu anlamıştım.

Ancak o günlerde babamın anneme söylediği bir cümleyi, bugüne dek hiç unutmadım:

Hadden aşırı şiddet, gayesindeki hikmeti yok eder”

             (gereğinden fazla sertlik, amacındaki bilgeliği yok eder)

***

Gerçekten öyle değil midir?

Gereğinden fazla olan her şey amacındaki bilgeliği yok etmez mi?

Öyküyü, ne zaman nerede okuduğumu da tam anımsamıyorum. Sonradan, -kovboy filmleriyle- çok ünlü olan Amerikalı bir gencin, oyuncu olmak için başvurduğu bir film yapımcısıyla arasında geçen konuşma beni çok etkilemişti:

Film yapımcısı sorar:

            -Ne biliyorsun? Ne gibi yeteneklerin var?

            -İyi ata binerim.

            -Başka?

            -İyi kement atarım.

            -Başka?

            -İyi silah kullanırım.

            -Başka?

            -Boks bilirim.

            -Başka?

            Gencin her yanıtından sonra yapımcı yine, “Başka?” sorusunu yineler. İyice bunalan genç en sonunda “Bir de haddimi bilirim efendim” der.

            Yapımcı, gülümseyerek: ‘Diğer bildiklerin çok önemli değildi. Ama bu son bildiğin çok önemli!  Seni işe alıyorum’ der.

***

  1. yüzyılın büyük düşünürü Mevlana: “Bin yıl okusam da, ne biliyorsun diye sorsalar bana, ‘haddimi bilirim’ diye yanıtlarım” diyor.

Arapça ‘had’ sözcüğü ‘derece’, ‘sınır’ anlamlarında kullanılıyor. Ancak ‘derece’ Arapça; ‘sınır’ da Yunanca sözcükler…

İnsan için kullanıldığında ‘değer’, ‘yetki’ anlamlarını da içeriyor.

Bence, ‘insanın haddini bilmesi’, içinde bulunduğu konumu iyi saptaması, neleri yapıp neleri yapamayacağını bilmesi, yetkisini aşmaması anlamına gelir.

Yunus Emre, o ünlü şiirinin ilk dizelerinde: İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir” der.

Tüm toplumlarda, insanın kendini bilmesi, ona göre bir davranış sergilemesi en büyük erdemlerden biri sayılır.

***

Geri kalmış, eğitilmemiş –ya da yayılımcılar (emperyalistler) tarafından özellikle geri bıraktırılmış- toplumlarda, “haddini aşan” kendini bilmeyen insan türü (tipi) çokça görülür.

Ben bu tür insanları iki kümeye (gruba) ayırırım:

Binci kümede, yanında yöresinde bulunanlara zarar vermeyen, ama gülünç duruma düşenler vardır.

Örneğin; benden yaşça biraz büyük bir doktor arkadaşım bu öbek insanlar arasında sayılabilir.

Aslında o iyi bir tıp doktorudur. Yardımseverdir. Sağalttığı (hastalığını iyileştirdiği) yoksullardan ve arkadaşlarından para almaz. Konukseverdir. Çalışkandır. İyi bir eş, sevecen bir babadır.

Ancaaak, konuşurken öyle bir tutum sergiler ki, ilkönce sinirlenir, sonra da içten içe güler, susarsınız:

Konu siyasetse, en iyisini, en doğrusunu o bilir!

Konu yazınsa (edebiyatsa) o tüm kitapları okumuştur, tüm yazarları bilmektedir.

Konu müzikse, o tüm müzikleri bilir. Tüm şarkıları, türküleri, dünyadaki tüm klasik yapıtları dinlemiştir.

Konu ‘din’le ilgiliyse, dünyadaki tüm dinleri, inançları bilir, kutsal kitapların hepsini okumuştur.

Konu mimari ise, o en büyük mimardır. Konu herhangi bir daldaki mühendislikse o en iyi mühendistir. Karşısında mimarları, mühendisleri bile konuşturmaz.

Bu örnekleri yüzlerce çoğaltabilirsiniz. Onun, her konuyu sizden daha iyi bildiği savı (iddiası) içinde olduğunu görürsünüz.

Fakat bu konuların uzmanı olan kişiler bilirler ki, o siyaseti bilmez. Kitapları okumamıştır. Yazarları tanımaz. İçkievlerinde (meyhanelerde) çalınan söylenen müziklerin dışında müzikten anlamaz. Hiçbir kutsal kitabı veya inanç sistemini incelememiştir.

Ona, bilimsel olarak iyice kanıtlanmış bir gerçeği bile söyleseniz, yanıtı: “Ben öyle düşünmüyorum” dur.

Bu tür insanların dokuncaları (zararları) yalnızca kendilerinedir. Onlar, çevrelerindeki insanların gittikçe azaldığını ve artık onunla tartışmaktan kaçındıklarını görürler.

Bu ise üzüntü verici (hazin) bir durumdur.

***

İkinci öbekteki “haddini aşan” kendini bilmez insanlar ise gülünç olmaktan daha çok çevresindeki insanlara dokuncaları (zararları) olan insanlardır.

Ne acıdır ki, bunlar birinci öbekteki insanlardan sayıca çok daha fazladırlar.

Bunları hemen her yerde ve her işte görebilirsiniz. Yaşadığınız kentte, sokağınızda, çarşıda, pazarda, okulda, siyasette, askerlikte… aklınıza gelen her yerde bu tür insanlar vardır.

Bunlarda, “bilisiz insan yürekliliği (cahil cesareti) vardır.

Örneğin, adam ülkesinde ve dünyada olup bitenlerin ayırdında değildir. İyi bir öğrenim görmemiştir. Ne kitap okur, ne gazete… Yaşadığı ülkenin ekonomik ve sosyal verilerinin hiçbirini bilmez. Kulaktan duyma “kahvehane kültürüyle” yalan – yanlış bilgilerle, yaşadığı yöredeki insanların vekilliğine soyunur. TBMM’ye girmeye çalışır. Çok kere girer de! Bunlar Aziz Nesin’in “zübük” tiplemeleridir. Ülkeye ve Ulusa zarar verirler.

 

Başka bir örnek adam kendini gazeteci sanır:

Ancak, konuştuğu, yazdığı dilin en temel kurallarını bile bilmez. Yazdıklarını okuyan bir ilkokul öğrencisi bile “Aaa, burada yazım yanlışı var!” der. Bu kişilerin kültürü de önceki örnekte anlatılan “zübük” kültürüdür.

Bunlar hep egemen kişi ve kurumların yanında yer alırlar.

Onlar adına, onların karşıtlarına saldırırlar.

Çanaklarına yal konulduğu sürece onlara yararlı olmaya çalışırlar.

Kendilerini besleyen sahipleri güçlerini yitirirlerse, hemen kendilerine yeni, güçlü bir “efendi” ararlar. Kişiliksiz ve onursuz insanlardır.

İkinci öbekteki kendini bilmez insan türü öylesine çoktur ki, bunları örneklemek bir köşe yazısına sığmaz.

***

     Yıllar önce, bir kış günü kapımın önünde, açlıktan kemikleri görünen, yaralı bir sokak köpeği bulmuştum. Köpeği veterinere götürmüş, yaralarını iyileştirmiş, beslemeye başlamıştım. Ancak köpeğin, kendinden daha güçlü, daha iri köpeklere havlayıp, saldırması gibi bir huyu vardı. Onu bu huyundan vazgeçirememiş, bu nedenle de adını “serseri” koymuştum. Farsça bir sözcük olan ‘serseri’, “Ona buna sataşan, başıboş, tutarsız” anlamına gelir. En sonunda Serseri’yi, yine havlayıp sataştığı iki Kangal çoban köpeği parçalayıp öldürdüler.

Unutulmamalıdır ki, her toplumda “Haddini bilmeyenler” kadar onlara “hadlerini bildirecek olanlar” da vardır.

Bu doğanın yasasıdır.