15 Eylül 2016

HASAN BASRİ ALP (33 yaşında yaşamını yitiren Niksarlı yiğit bir şair)

ile Hami KARSLI

 

(Doğ. 1912 – Ölüm. 22 Ocak 1945, Sansaryanhan)

 

1940’lı yılların sonlarında ilkokul öğrencisiydim. Yaz tatillerinde, ya kente 4 – 5 km. uzaklıktaki üzüm bağımıza gider orada vakit geçirir ya da çarşı içerisindeki manifatura mağazamızda oyalanırdım. Mağazamızın bulunduğu yerin arka, üst kısmında küçük bir barakada bir öğretmen hanım otururdu. Hiç benim öğretmenim olmamıştı. Ama, yüzündeki belli belirsiz bir tebessümle gizlemeye çalıştığı bakışlarındaki hüzün, davranışlarındaki sıcaklık beni kendine çekerdi. İki kızı bir oğlu vardı. Hep kısa pantolon giyen ince, uzun yapılı oğlu Murat benden bir kaç yaş küçüktü.

 

Öğretmen Şükriye Alp’in evinin önü çimenlikti. Havanın iyi olduğu tatil günlerinde, onun öğrencisi olsun – olmasın biz çocuklar oraya gider, yerlere serilen kilimlerin üzerinde Şükriye Öğretmenin bizlere ikram ettiği yiyecek ve içeceklerle beraber elimize tutuşturduğu kitapları okurduk. Küçük kentimizde, biz çocuklara böyle yaklaşan başka bir öğretmen yoktu.

 

Şükriye Öğretmen, 27 Ocak 1945 günü, dönemin Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şubesi’nce kullanılan Sansaryanhan’da iki gün iki gece işkence yapılarak öldürülen ve pencereden atılarak, intihar etti görünümü verildiği söylenen Sosyalist Şair Hasan Basri Alp’in eşiydi.

 

2002 yılı başlarında kaybettiğimiz Şükriye Öğretmen, 1960’lı, 1970’li yıllarda benim Sevgili Şükriye Hanım Teyzem olmuş, aramızda ana-oğul ilişkisi gibi bir ilişki kurulmuştu.

***

 

Yaşamımdaki en büyük pişmanlık, kaybettiğim bir takım büyüklerimden, onların sağlığında, yeteri kadar bilgi almayı ve bunları bir yere not etmeyi akıl etmeyişimdir.

Dedemin, babamın, annemin, Sıdıka Hanım Teyzemin, Ferit Günal Öğretmenimin ya da Şükriye Hanım Teyzemin sağlıklarında bugünkü bilincim ve bugün geçmişe duyduğum ilgi olsaydı, kim bilir şimdi ne kadar değerli çalışmalara imza atmış olurdum.

 

Bu “geç kalınmışlık duygusu”, “bir şeyleri daha hiç elde edemeyecek olma” düşüncesi bana acı veriyor. Yeniden yapımı olanaklı olmayan tarihi bir yapının yok edilmesi gibi…

 

Birinci ağızdan öğrenebileceğim en doğru, en gerçek bilgilerin elimin altından kayıp gitmesi içimi acıtıyor!

sukriye-alp-capa-ogretmen-okulu-son-sinif-ogrencisi-soldan-birinci

Şükriye Alp, Çapa Öğretmen Okulu son sınıf öğrencisi (soldan birinci)

***

 

Vedat Türkali’nin, 1999 yılında yazdığı, iki ciltte topladığı 5 kitaplık 1468 sayfalık “Güven” adlı romanını yeni okuyabildim. Daha önce onun ilk romanı olduğunu zannettiğim “Bir Gün Tek Başına” yı okumuştum.

 

Bugün 97 yaşında olan Abdulkadir Pirhasan ile (Vedat Türkali’nin asıl adı Abdulkadir Pirhasan’dır)Kürt sorununa, Cumhuriyet Devrimi’ne bakış açısı gibi konularda aynı görüşleri paylaşmasam da faşizme, yayılımcılığa(emperyalizme) bakış açılarımız örtüşmektedir.

 

Güven romanı 1940’lı yılların başında İstanbul Üniversitesi’nde okuyan faşizm karşıtı bazı gençlerin yeraltındaki TKP’yi arayışları, dönemin kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen halk düşmanı bazı yöneticilerine karşı verdikleri mücadeleyi anlatmaktadır.

 

Türkali, bence çok gerekli olmamasına karşın o devrimci gençlerin cinsel yaşamlarını da ayrıntılı ve geniş bir biçimde ele aldığı romanında son derece akıcı bir biçem (üslup)ve oldukça arı bir dil kullanmış.

 

Açıkça söylemeliyim ki, “Güven” adlı romanı okumaya, Odatv.com’da kitap üzerine yazılan bir yazıyı okuduktan sonra karar vermiştim.

 

Yazıda, Vedat Türkali’nin romanını “27 Ocak 1945’te Sansaryanhan’da güvenlikteki soruşturması sırasında yaşamını onurlu biçimde yitiren gerçek insan, yiğit devrimci Hasan Basri Alp’in yüce anısına” adadığı yazılıydı.

 

Yine, Odatv.com’daki yazıda, “Mihri Belli’nin yedek subay okulundan arkadaşı olan sosyalist şair Hasan Basri Alp’in, ölmeden önce yazdığı vasiyetinde çocuklarını ve eşini yazar Vedat Türkali’ye emanet ettiği” bildiriliyor ve onun “Mahsul” (ÜRÜN)adlı şiirine yer veriliyordu. Aynı şiir Ataol Behramoğlu’nun Büyük Türk Şiiri Antolojisi, cilt 1, s. 321’de de yazılıdır:

 

 

   MAHSUL

En güzel, en olgun, en harikulâde

Meyvesini versin diye toprak

Hiçbir emek esirgemedi ondan

Ne zindan, ne temerküz kampları,

Ne duvar diplerinde kurşunlanmak,

Ter, gözyaşı ve kanla suladık onu

Dökecek yeryüzüne tam ve olgun mahsulünü

Toprak nankör değildir

Utandırmaz insanoğlunu

iki-yigit-insan-sukriye-alp-hasan-basri-alp

İki yiğit insan… Şükriye Alp & Hasan Basri Alp

 

1944 yılı tutuklamaları için, uzaktan akrabam da olan Ragıp Zarakolu, Evrensel’deki bir yazısında şöyle diyor:

 

“… Türkiye’deki faşist hareket 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sı ile bağlantılı idi. Stalingrad sonrası Sovyetlerin yenilmeyeceği anlaşılınca yapılan 1944 tutuklamaları Ankara’nın Sovyetlerce cezalandırılma endişesinin sonucu idi. Gestapo eğitimli 1. Şube’nin pantürkistlere uyguladığı işkenceler, bu kuşakta önemli bir travma bırakacaktı. Ama CHP yönetimi bir yıl geçmeden önlerini açacak TAN ve diğer sol basını birlikte ateşe vereceklerdi.”

 

Türkçülerin, Turancıların dışında sosyalistlerin de tutuklanmalarına neden olan olay, Mihri Belli ve Tahsin Berke’nin 19 Mayıs 1944 günü sabaha karşı Süleymaniye Camii’nin minarelerine çıkarak iki minare arasına üzerinde “Saraçoğlu Faşisttir” yazan bir pankart asmalarıydı.

***

Ben, Güven adlı romanın birinci cildini, Everest yayınlarından 14. Basım olarak, ikinci cildini de aynı yayınevinden 15. Basım olarak okudum.

 

Birinci ciltte –baştaki sunu yazısının dışında- tam dokuz yerde Hasan Basri Alp’in ismi geçiyor. (Sayfa: 422-423-424-590-591-592-593-758-795)

 

Sayfa 422’de, ayakkabı tamir ustası Sabahattin, romanın ana kahramanlarından biri olan Halil’e Hasan Basri Alp’i tanıştırır. “-Ankara’daki tutuklamalardan filan… Basri bu. Sivas’tan… Bakırsı, çilli yüzüne özenle çizilmiş izlenimi veren dudakları, biçimli burnuyla, geniş alnını sınırlamış kızıla çalan açık kestane renkli saçları, bütün yüzüne sevecen bir köylülük kazandıran gülümser yeşil gözleriyle belleğe hemen oturabilecek bu adamı hayal meyal anımsamıştı Ankara’dan. Onu salıverdikleri günlerde gelmişti cezaevine. Yaklaştı Basri, uzanıp sımsıkı sıktı elini Halil’in. Anımsamıştı o da, “-Bizim cezaevine geldiğimiz günlerde sizi bırakıyorlardı, dedi. Ruşen Zekilerle, Sivas’ta Basriler tutuklanmışlardı daha önce. Adını çok duymuştu; ilk kez karşılaşıyorlardı.”

 

Sayfa 423’te, Basri’nin Pendik yakınlarında bir köyde, eşi ve iki kızıyla yaşadığı; sayfa 424’te yedek subaylığını Mihri Belli’yle beraber yaptığını, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile de dostluğundan söz edilmektedir.

 

Güven romanı, yaşamdaki gerçek kişilerle, Vedat Türkali’nin yarattığı roman kahramanlarının harmanlandığı bir yapıt!

 

Kitabı okurken, başlangıçta romanın kahramanlarından Halil’in, Hasan Basri Alp olduğunu düşünmüştüm. Çünkü Halil de Tokatlı ve Pendik’te teyzesi olan birisi! Dedesinin evi Tokat’ta. Yine Tokat’ta bulunan ağabeyi ona para gönderiyor. Öğretmen okulunda okuyan bir kızla (Seher’le) ilişkisi var.

 

Ancak, yukarda belirttiğim gibi Halil’in Hasan Basri Alp’le tanışması, ikisinin ayrı ayrı kişiler olduğunu gösterdi.

 

Zaten, Vedat Türkali, 16 Ağustos 2011’de yaşamını yitiren Mihri Belli’nin 97. yaş günü etkinliklerinde, Güven adlı romanındaki “Halil” karakterinin “Mihri Belli” olduğunu açıkça ifade etmişti.

 

Güven’in birinci cildinde (s.591) Türkali, Hasan Basri’deki “Anadolu mayası” ndan söz eder. Bununla onun güvenirliliğini, insanlara yakınlığını, içtenliğini anlatır.

 

1940’lı yılların başında bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatı”nın (MİT) adı MAH tır. (Aslında mim, elif, hı harfleriyle MEH  –Milli Emniyet Teşkilatı- diye okunması gerekirken mim ile elif birleştikten sonra MAH diye okunmuştur.) Romanda, MAH’ta adı en çok geçen isimlerden birinin Hasan Basri Alp olduğu belirtiliyor.

 

***

Güven’in ikinci cildinde Hasan Basri Alp’in adı sekiz yerde geçiyor. (Sayfa,351, 383,410,411,523,524,527, 549)

 

                Sayfa 410’da: “Bir akşamüstü, Birinci Şube sivillerinin Hasan Basri’yi Taksim İş Bankası’nın sokağında, karısıyla buluşurken yakaladıkları” “Hasan Basri’nin, Sansaryan Han’ın en üst katındaki Birinci Şube’nin penceresinden kendini aşağıya bıraktığı” romanın kahramanlarından MAH görevlisi Galip’in ağzından anlatılır. Anlatımda çok açıkça belirtilmese de dolaylı yoldan, işkencede öldürüldükten sonra pencereden atılarak intihar süsü verildiği satır aralarından anlaşılır. Ancak, s.524’te, oradaki görevli bir polisin ağzından “Hasan Basri’nin hastanede öldüğü”  ifade edilir.

 

Romanın 549. Sayfasında, roman kahramanlarından Turgut’la Refik konuşurken, Turgut’un “Hasan Basri gibi ‘pencereden atladı’ olacaktık, desene” demesi, aslında bu intihar olayının düzmece olduğu kanısı uyandırmaktadır.

 

Ancak, aynı dönemde Sansaryan Han’da tutuklu bulunan Şair Attilâ İlhan Hasan Basri’nin intihar ettiğini yazmaktadır.

 

Attilâ İlhan’ın 27 Ekim 1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Söyleşi” köşesinde yazdığı yazı şöyledir: Yazının başlığı “Hücre’ye ‘Kapatılmış’ Edebiyat!”

 

(Ben, Attilâ İlhan’ın yazısını, aynen veriyorum. Onun, genel yazım kurallarına uymayan, kendine özgü yazış biçimine dokunmuyorum. Hami Karslı)

 

“Orhan Rahmi, yalnız, İzmir’in önemli bir gazetecisi değildi; zamanın ciddi İstanbul gazetelerinin –sanırım, bir ara Cumhuriyetin’de- Ege muhabiriydi; bir tarihte Zeynel Besim ve Kadızade Bedri Beyler’in (sonuncusu, bizim peder) çıkardığı gazete dolayısıyla, ailecek yakınımız, Çünkü Zeynel Bey’in ‘damadı’! Yanılmıyorsam, 1939 sonbaharıydı, onun evindeyiz, annem eşiyle lâfa dalmış, ben fırsat bu fırsat, kitaplığını karıştırıyorum; elime o zamana dek görmediğim bir tarzda dizilmiş ve basılmış bir kitap geçti, “Gece Gelen Telgraf”, kapağında Nâzım Hikmet adının yazılı olması, altüst olmama yetiyor, çünkü bu şairi, Balıkesir Lisesi’ndeki yatılılık serüvenimden beri tanıyorum, yâni 38 sonbaharından beri, kitaplarını hangi kitapçıya sorduysam, ters ters baktı, ‘Git işine, oğul!’ dedi; şimdi hiç ummadığım bir zamanda ve yerde, onun bir kitabı!..

 

O şiiri hatırlar mısınız? “Gece gelen telgraf / dört heceden ibaretti / vefat etti” diye başlar; beni heyecana garkeden, asıl şu bölümüydü: “avuçlarımda / ellerinin gölgesi dolaşan adam / demir parmaklıklardan gördü son gündüzünü / mahpusane doktoru / örterek paltosuyla upuzun yatanın yüzünü / ‘-tamam!’ dedi / bunu belki / evvelki akşam dedi / evvelki akşam / ben…”! Sonraları, sadece Nâzım Hikmet’in ‘tecrit’ten, ‘koğuş’tan, ya da ‘havalandırma’dan (“Bugün Pazar / bugün beni ilk defa / güneşe çıkardılar…”) yazdığı mahpusâne şiirlerinin, başlıbaşına bir kitap olabilecek kadar çok olduğunu görmüşümdür. Aklımda yanlış kalmadıysa, bunların ilki Hopa Mahpusânesi’nde yazdığı, o unutulmaz şiirler: “sevdalınız komünisttir / on yıldan beri hapistir / yatar Bursa kalesinde…”

 

Acaba modern Türk edebiyatı kadar, şairleri ve yazarları mahpusâne ‘çemberinden’ geçmiş; başka bir edebiyat var mıdır? Düşünüyorum da, ben şiir yazmaya başladığım sırada, Nâzım Hikmet, Kemal Tahir ve Kerim Korcan hapisteydiler; en ağır mahkûmiyetlerini yaşıyorlar, Hasan İzzettin Dinamo sürgündü, A. Kadir makûm, sürüldü, sürülecek! Tuhaf tesadüf Aziz Nesin, Mehmet Seyda ve Orhan Kemal de, aynı çileyi çekiyorlardı. Onun için, çağdaş Türk edebiyatı kadar cezaevi şiiri, romanı, hikâyesi olan, başka bir edebiyat yoktur. Bu bakımdan, sanıyarım ki, -hele sonraki kuşağı da hesaba katarsak- ‘kapatılmak sendromunu’, ülkemizin has edebiyatçılarından daha iyi anlatmış olanını, kolay kolay bulamazsınız…

 

KAPATILMAK ‘SENDROMU’…

 

Neymiş o ‘kapatılmak sendromu’ dediniz mi? Orada durunuz! Psikiyatr Doç. Dr. Cem Kaptanoğlu, pek veciz olarak, durumu şöyle özetlemiş:

 

“…Kanada’lı psikolog Zubek’in ‘uyarandan yoksun bırakma’ deneylerinin de gösterdiği gibi, insanların ruhsal olarak sağlıklı kalabilmeleri için, uyarana ihtiyaç vardır. Uyarandan yoksun kalan insan, gerçeklikten kopmaya başlar. İç dünyasından gelen uyaranlar, dış uyaranlarmış gibi algılanır, algı sapmaları olur. Hayaller, düşler gerçekle karıştırılır. Uyaran yoksunluğunun, saldırgan, kendine zarar verici davranışlara ve ruhsal çöküntülere yol açtığı gözlenmiştir. Bizden haberdar olan, bizi etkileyen, bizim etkiliyebildiğimiz diğer insanlara ihtiyaç duyarız; çünkü ancak onların bakışları, sesleri, dokunmaları ile benlik sınırlarımız çizilir. Uzun süre ‘öteki’nden (insandan) yoksun kalırsak, ben ile ben olmayan arasındaki sınır bulanıklaşır, benlik parçalanır. Bu parçalanmanın, nasıl bir ruhsal acı verdiğinin en çarpıcı kanıtı, tecrit hücresindeki bazı tutukluların, işkencecilerin bedenlerine vereceği acıyı, hücrelerinde insansız kalmaya tercih etmeleridir…” (Cumhuriyet Dergi,        12 Ekim 1997))

 

Şükriye Alp, Sansaryan Han'daki 41 günlük sorgulamadan çıktığı gün. Tarih 23 Nisan 1946

Şükriye Alp, Sansaryan Han’daki 41 günlük sorgulamadan çıktığı gün. Tarih 23 Nisan 1946

Şu ‘kendine zarar verici davranışlar’ ibâresi yok mu, beni kaptığı gibi, Nâzım’ın annesi Celile Hanım’ın, her okuyuşumda tüylerimi diken diken eden mektubuna götürüyor. Belki bilmezsiniz, Nâzım, Bursa Cezaevi’nde zaman zaman ciddi ‘çöküntüler’ (depression) yaşıyordu; bunların kaygısıyla, annesi, Vâlâ Nurettin’e şu satırları yazmıştı:

 

“…sevgili oğlum Vâlâ, şimdi çocuğun yanından geliyorum. Hastalığı nevrasteniye döndü. Mükemmel melânkoli, nevrasteni nöbetleri içinde çırpınıyor. Bundan bir ay evveli, bir arkadaşı intihar etmesine mâni olmuş. Revrden uyku ilâcı almış, yatarken bütün tüpü içerken yakalanmış. Fakat çok rica ederim, bunu doktordan başkasına söylemeyiniz, size bunu yazdığımı duyarsa, affetmez. ‘Üç senedir maneviyatım düşüyor, kaabil-i yaratışım azalıyor, yazamıyorum, paçavra haline geleceğim, nebata döneceğim, iyisi mi öleyim’ diyor. Bu hâlini kimseye söylemek istemiyor. ‘Kimse duymasın, izzet-i nefise dokunur’ diyor. Uyku uyuyamıyor, yiyemiyor. Belki kanı da azaldı. Bana ‘bir sıkıntılı günümde intihar edeceğim, kendini buna alıştır diye sana söylüyorum’ dedi. ‘Doktora söyle’ dedim, söylemiyor. ‘Gider herkese paçavraya dönmüş bir adam der’ diyor. Mükemmel nevrasteni, günün birinde intihar edecek. ‘Bu kapalı hayata tahammülüm kalmadı, ölüp kurtulmak istiyorum’ diyor…” (‘Hangi Sol’, s.12,4.basım, Bilgi Yayınevi, 1996)

 

Dikkat isterim: ‘…bu kapalı hayata tahammülüm kalmadı’ demektedir Nâzım! Onun gibi yanardağı yürekli bir adamı, bu acıya sürükleyen, tam da işte o ‘kapatılmak’ gerçeğidir.

 

HASAN BASRİ’NİN ‘İNTİHARI’

 

Daha az yürek yakıcı olmayan başka örnek, Hasan Basri’nin intiharıdır –ki, ‘Yasak Sevişmek’ şiirini, onu düşünerek yazmışımdır: gizlenmekte olan Hasan Basri’yi, ‘siyasi polis’, gizlice buluşacağı karısını izleyerek yakalamıştı-.

 

O sabah Sansaryan Hanı’ndaki hücrelerde, garip bir hava esiyordu; ‘sivil’ polisler gelip, yanımızda bulundurmamıza o güne kadar izin verdikleri su şişelerini, tıraş bıçaklarını ve makinelerini, hatta gözlüklerimizi alıp götürdüler. Bunun ne demek olduğuna karar verememiştim; yoksa yeni bir eziyet usulü mü deniyorlardı. Gerçeği ancak, Sansaryan Hanı’ndan çıktıktan sonra öğrenecektim: ‘tutuklu’ Hasan Basri, sorguya çekildiği odanın penceresinden, kendini aşağıya atmıştı. Sansaryan Hanı’nda ‘Kısm-ı Siyasi’, o koca binanın en üst katındaydı, bilir misiniz? Söylemeye hâcet var mı: Bu ‘çekilenleri’ İnönü Cumhuriyeti’nin aman vermez ‘totaliterliğine’ borçluyuz.”

 

Atilla İlhan’ın, Hasan Basri’yi düşünerek yazdığını söylediği “Yasak Sevişmek” şiiri şöyledir:

“öteki kapımdan gel bunu açamazsın
eski gözlerinle gel öldürmek vakti gel
hem tetik bulun ardında biri olmasın
hanidir ben bu evde saklanıyorum
adımı değiştirdim başka bir adla yaşıyorum
gece gündüz siyah gözlük kullanıyorum
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
sabaha karşı gel bütün gözlerinle gel

pancurların gerisinde kararıyorum
içime belalar doğuyor sonbahar doğuyor
telefonda sesini tanıyamıyorum
yüzün parmaklarımdan akıp kayboluyor
böyle hep bir şey kopuyor bir şey kırılıyor
sabaha karşı gel eski gözlerinle gel
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
hem tetik bulun ardında biri olmasın

artık hiç kimse beni yaşamıyor
aşklarımı büyük kemanlarla çizdiler
korkularım oldum bittim kimsesizdiler
yalnız bir mısra mıyım ıslanıyorum
bir revolver romanımı tamamlıyor
oyun bitti ışıklarımı söndürdüler
yokmuşsun gibi gel öldürmek vakti gel
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
üzerime kilitleyip mühürlediler
hem tetik bulun ardında biri olmasın”

 

Hasan Basri Alp’le ilgili olarak şair, romancı, tiyatro sanatçısı Cahit Irgat da 1947 yılında yazdığı ve hakkında ceza yasasının 142. maddesine göre dava açılan “Rüzgârlarım Konuşuyor” adlı şiir kitabında şöyle söz etmiştir:

Selâm alın teriyle ekmek yiyen herkese
selâm bu günü hazırlayan ölüye
selâm saçlarından asılan
tabanından çivilenen diriye.
Selâm seksen ayak merdivenli
kara yüzlü binanın
üst katından atılan
berrak gözlü
paramparça cesede…


Giden gitti, kalana sabır
bu kara kışlara, açlığa sabır
sabır sürgündeki, zindandaki dostlara
yeni bir gün doğuyor…’

 

1937 yaz sonu... Hasan Basri Alp ve Eşi Şükriye Alp Fenerbahçe Kalamış Koyu'nda! Aralarındaki büyük aşk yüzlerine yansımış.

1937 yaz sonu… Hasan Basri Alp ve Eşi Şükriye Alp Fenerbahçe Kalamış Koyu’nda! Aralarındaki büyük aşk yüzlerine yansımış.

Sonuç olarak, bugün Hasan Basri’nin Sansaryan Han’ın penceresinden kendisinin mi atladığı, yoksa dönemin işkenceci birinci şube polisleri tarafından mı atıldığı olayı karanlıktadır.

 

Gerçekliği su götürmeyen şey ise, Sansaryan Han’da hem pantürkistlere hem de dönemin solcularına ağır işkenceler yapıldığıdır.

 

(Ben, 1945’in üzerinden 40 yıl geçtikten sonra 1985 yılında Ankara’da DAL denilen yerde benzer işkencelerden geçmiş biri olarak buna yürekten inanıyorum. H.K.)

 

***

Hasan Basri Alp’in adı en çok Vedat Türkali’nin, Ağustos2001 yılında Gendaş Yayınları’ndan çıkan 134 sayfalık anı kitabı olan Komünist’te geçiyor. Ben bu kitabın, 2015 yılında Ayrıntı Yayınları’ndan, 94 sayfa olarak çıkan baskısını okudum. Türkali, kitabının tam 17 sayfasında Hasan Basri Alp’le ilgili anılarından söz etmektedir.

 

Hasan Basri Alp’i tanıtması bakımından önem taşıyan bu anıları aşağıda aynen veriyorum:

“…Türkoloji’deki Yusuf Atılgan gelinceye kadar, hemen hemen de iki yıl sürdü beklentimiz. Sivas’ta Basri’lerle birlik olmuş, eski komünistlerden, “Nazımcı” bilinen Ruşen Zeki’nin öğ­rencisi Kadri Kiper vardı Türkoloji’de, bizden bir üstte, Cahit Külebi-Behçet Necatigillerin sınıfında; özveri beklenecek biri değildi o da.” (s.26)(Hasan Basri Alp’in Sivas Lisesi’nden arkadaşı olan Kadri Ziya Kiper, Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü’nde benim edebiyat öğretmenim olmuştu. Cahit Külebi Ağabey ile de Ankara’da çalıştığım yıllar yakın dostluk kurmuştum. Hami Karslı)

….

“… “Askerliğini yapmaya, o günlerde İstanbul’da olan Yedeksubay Okulu’na gelmiş Haşan Basri ile tanıştık bu ara

Hasan Basri Alp askerde

Hasan Basri Alp askerde

Küllük’te. Yukarda adı ge­çen Kadri Kiper’in Sivas Lisesi’nden arkadaşıydı Basri. Edebiyat öğretmeni ünlü komünist Ruşen Zeki’nin öğrencileriydiler. Sivas’ta, Ankara’da tutuklanıp bırakılmış, sonra İstanbul’a gelip Felsefe Bölümü’ne yazılmış Basri; Nâzım’ı, Doktor Hikmet’i, arkadaşı NudiyeHanm’ı (Fatma Yalçın), Ha­san Ali’yi, Eczacı Vasıf’ı tanımıştı. Nâzım, Kıvılcımlı, Harbiye-Donanma davalarıyla tutuklanınca o da Ankara’ya gidip Ziraat Fakültesi’ne girmişti. Haber gazetesinin Ankara Bürosu’nda çalışıyordu bir yandan da. İstanbul’da öğrenci iken evlendikleri Şükriye, Çankırı’nın Apsan Köyü’nde öğretmenlik yapıyordu. Yiğit, dört dörtlük coşkulu bir komünistti Basri. TKP’nin üst düzeyde çeşitli kişileriyle tanışıp konuşmuş, Sivas, Ankara’dan sonra, 1 Mayıs dolayısıyla polisin yaptığı toplamayla İstan­bul’da da, Kıvılcımlılar, Nâzımlarla birlikte ileri gelen komünistler arasında, poliste kalmış biriydi. O desantralizasyon(merkezileştirmeden vazgeçme) döneminde Nâzım-Parti çatışması kapanmış görünmesine karşın, Hikmet Kıvılcımlı’ya yürekten duyduğu sevgi, bağlılığın yanında, Nazımcı, yani işçi muhalefeti kesiminden olduğu bilinen Ruşen Zeki’den kaynaklandığını akla getiren sert eleştirel bir tutum içindeydi TKP’ye. Bir iş yaptıkları yoktu işte bu adamların! Teni Edebiyat da bir şeye benzemiyordu! Nâzım’ın şiirini taparcasına seviyordu o da bizim gibi. Birbirine güvenip yakınlık duyan arkadaşlığın oluşması için bir-iki konuşmamız yetmişti. O günler ancak güvendiklerimize gösterdiğimiz, “Barselona’dan Mektup” adlı şiirimi ona okuyabiliyordum! Hafta sonları Harbiye’deki Yedek Subay Okulu’ndan izinli çıkınca, Osmanbey’deki Suna Pastanesi’nde buluşuyor, onun okula dönme saatine kadar söyle­şiyorduk. Sivas’ta, Ankara’daki tutuklamalarda, İstanbul’a geldiğinde, daha sonra 1 Mayıs öncesi gözaltısında, Nâzımlarla, Doktor Hikmetlerle ilgili anılarını anlatıyordu Merih’le bana. Lütfü Erişçi’yi ciddiye almıyordu Basri. Ürkek, buluttan nem kapacak kadar kuruntulu, paranoyak yapıda biri sayı­yordu Lütfü’yü; gülerek anlatıyordu bunları da. İstanbul’a ilk geldiğinde, Hikmet Kıvılcımlı çevresinde tanımıştı Lütfü Erişçi’yi. 1 Mayıs tutuklanmasında arkadaşlarına yapılan baskıları gördüğü, bildi­ği halde, açılan davadaki yargılamada tanıklık etmekten korkmuş, polisin yaptığı baskılan görmedi­ğini söylemiş çıkartıldığı mahkemede. Kendini tanık gösteren Hikmet Kıvılcımlı’ya nefreti de bundanmış. Ben severdim Lütfü Erişçi’yi; açık konuşabildiğim biriydi. Sık sık evine de giderdim. Yusuf Atılgan’la da gittiğimiz oldu.”(S. 45-46)

….

Hasan Basri Alp (İkinci sırada, soldan üçüncü)

Hasan Basri Alp (İkinci sırada, soldan üçüncü)

“… Bu kez, aramıza yeni karışmış Basri’nin Murat Erdemil adlı veteriner bir arkadaşı yeni bir umut getirdi bize. Gereğinde, bir yazışmada kullanabileceği mührü de elinde tutan asıl Parti kaynağı olduğunu söyleyenlerle ilişki içindeymiş Murat Erdemil, diyordu Basri. “Mühr-ü Süleyman” bulunmuştu demek sonunda! Bir süre sonra da Nâzım’ın basılmamış “Türk Köylüsü”, “Kıyamet Sureleri”, asıl önemlisi de “Kurtuluş Savaşı Destanı”nı içeren yeni şiirlerini getirdi bize bu arkadaşımız. Çok sevinmiştik. Basri’nin “r”leri tatlı bir “l” sesi gibi çı­karan diliyle şiirleri coşku içinde, üst üste okumaları, elli yıl öncesinden gelen hüzünlü bir çınlamayla bugün de kulağımdadır. Bir günler, Dino’nun da başında olduğu Suphi Taşhanlarca yayılmaya çalışı­lan, çevremizde çok karşı çıktığımız “Dinamo Nâzım’ı geçti şiirde; imgeleri daha ustaca!” sözlerine yeniden kızmaya başlamıştık. Basri’nin, “Bu pehlivan şu pehlivanı geçti; çünkü bıyık bıraktı!” demesini de hep gülerek anımsarım.” (s.49)

….

“… İlk bir-iki buluşmaya Basri de geldi gibi kalmış aklımda. Öteki arkadaşlarımızı bildirmemiş, yeni ilişkimizi bir denemeden geçirmeyi uygun bulmuştuk. Bir gün Basri’nin kızgınlıkla dediği gibi, “Ödentini ver, imanını kavi tut!”la bir yere varılamayacağı belliydi. Tuttuğumuz dal yine elimizde kalmıştı. Yedek Subay Okulu’nda çavuş çıkardılar Basri’yi. O devreden çavuş çıkan ikinci kişi de Hamdi Topuz’du (Konur!). O da Ankara çevresinden, musiki öğretmeni, Basri’nin bize de tanıttığı komünist bir arkadaşımızdı. Cahit Külebi ile o günler polisçe bilinmeyen Mihri Belli de Yedek Subay Okulu’nun o döneminde bulunmuş, süvari subayı çıkmışlardı. Okulda arkadaş oldukları Mihri’den, Amerika’dan gelmiş iyi bir komünist olarak söz ederdi Basri. Mihri’nin verdiği bir elbiseyi giydiğini de unutmamışım; ilik düğme yerine pantolonda fermuar kullanıldığını, ilk kez Amerika’da alınmış o giyside görmüştüm! Trakya’daki bir alayın yazıcılığına verdiler Basri’yi. Pek sıkıntıya düştü denemezdi. İyi, babacan bir albayın yanındaydı; M AH’ın kendisi için gönderdiği çift aylı gizli yazışmaları bile ona açtırıyor, gerekli yanın yazmasını da ona bırakıyordu Albay. Hemen de her hafta İstanbul’a gelip görevini Kar­tal Kurtköyü öğretmenliğine aldatabildikleri karı­sı, çocuklarıyla geçirmesine de izin veriyordu. Şimdi tam anımsamıyorum; ya bir rastlantı, ya da Hamdi Topuz’un aracılığıyla Ankaralılardan Elektrikçi Muzaffer diye biriyle ilişki kurmuştu Basri. TKP Merkez Komitesindeymiş Muzaffer.”(s.50-51)

“… İstanbul İl Sekreteri – Tevfik Dilmen’i buldu Basri. Para ona verildi; gidip bilmem kaçıncı alaya diye aldı, getirdi baskı aracını Tevfik Dilmen.”

……

İstanbul’a döndüğümüzde Basri tezkere almış, İstanbul’da iş arıyordu. H .İ. Dinamo askerden kaçıp karısı Kurtköyü’nde öğretmenlik yapan Basri’lere sı­ğınmıştı. TKP Merkez Komitesi’nde olduğuna inandığı Mihri de askerliği bitirip Sümerbank Satınalma’ya girmişti; Basri sık sık uğrayıp TKP konusunda bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu ondan.

Mihri’yle benim de buluşup konuşmamı önerdi sonunda. (s.52)

….

“…Basri’nin Sivas’tan tanıyıp Mihri’den sonra ilişki kurduğu Sebati Selimoğlu’nun İstanbul İl Komitesi sekreteri oldu”

….

“… Hasan Basri Alp gelmemişti; bize uyacaktı. Birliğimizi dağıtıp tek kişiler olarak TKP’ye girme kararına varıldı.” (S.58)

….

 

“…Basri ile buluştuk o sabah; Sebati Selimoğlu’nun Haydarpaşa ile Kadıköy arasında bir sokak içinde, düzayak bir kattaki evine gittik.” (S.59)

 

“…Niyeyse, askerden kaçarak bir süre Kurtköyü’nde Basrilerde saklandıktan sonra, tutuklamanın başlayıp Basri’nin ortadan kaybolmasıyla orada buradaki tanıdıklarına sığınarak dolaşan Dinamo da yakalanmıştı.” (S.61)

 

Hasan Basri Alp (ortada)

Hasan Basri Alp (ortada)

“…Dönüşte olmalı; Basri’nin karısı Şükriye geldi Nişantaşı’ndaki evimize. Polisin arayıp durduğu, gizlideki Basri beni görmek istiyordu. Sevinmiştim. Basri’yi arıyorsa Şükriye’nin de peşini boş bırakmazdı polis. Kasımpaşa’daki bir tanıdığının evinde saklanıyordu Basri. Şimdi ayrı ayn yola çıkacaktık. Uzaktan izleyecektim Şükriye’yi. Bir kapının önünde durup eğildi mi, anlayacaktım orası oldu­ğunu. Pazar sabahı gidip görecektim Basri’yi, o  gösterdiği yerde. Çıktık yola. Kasımpaşa, Yenimahalle yöresine indik; yüz metre kadar ardından izliyorum Şükriye’yi. Toprak bir sokağa girdi. Yer yer apartmanlar dikilmiş ya, daha çok boş arsalar, bah­çeler var; bugünkü gibi çimento yığını oluşmamış daha. Gelen geçen de yok pek. Şükriye eğilip pabucunu bağlar gibi yaptı; yürüdü gitti. Durup gösterdiği yer, oluklu saçla çevrili koca bir bahçenin geniş, sanki hiç kullanılmazmış gibi kapalı kapısı. Ge­çerken bakıyorum, zil mil de yok. Şaşırdım ya; gösterilen yer burasıydı! Pazar sabahı, güneşli bir günde indim Yenimahalle’ye, çevreyi kollayıp önüme ardıma bakarak sokağa girdim. Yaklaştım kapıya; şöyle vurdum bir-iki, hiç ses yok. Eğilip kapının çadağından baktım; bir zerzevat bahçesi; kimse de yok görünürde. Bir-iki daha vurdum, gene çıt yok; eli boş döneceğim! Oldu olacak deyip güm güm yumrukladım bu kez. Tam dönecektim, ne dediği anlaşılmayan zayıf bir ses geldi içerden. Eğilip bak­tım, bir adam geliyordu marulların arasından koş­turur gibi. Açtı kapıyı. Dik dik baktı yüzüme, “Ne var?” dedi. “Basri’yi göreceğim,” dedim. Öyle sessiz bakıp duruyor adam. “Şükriye gösterdi burayı,” deyince beni çeker gibi içeri alarak uzanıp sağına soluna şöyle bir göz attı sokağın, kapattı kapıyı. O önde, ben arkada yürüdük. Bahçenin ardındaki sokağa bakan apartmanın bodrum katındaki bir odadaydı Basri. Yan sokağa bakan penceresi kapalıydı odanın; tavandan sarkan bir ampulle aydınlatılıyordu. Unutulup söylenmemiş bugün geleceğim ev sahibine; daha ilk vuruşumda kapıyı duymuş ya, polis baskını korkusuna kapılmış adam; sokağa açılan ön kapıdan kaçırmaya kalkmış Basri’yi. Akşam geç saate kadar kaldım orda; uzun uzun konuştuk. Parti’ye girerken aldığımız ilke kararma bağlılıkla hem de devrimci konspirasyon gereği, gizli Parti çalışmamız üzerine hiçbir şey sormuyor, söylemiyorduk birbirimize. O günün geli­şen politik olayları, bir değil, birkaç günü dolduracak yoğunluktaydı. Yazdığı şiirleri okudu bir ara. Sivas’ta, tutuklamadaki “Ulvi” adlı bir ajan provokatöre yazılmıştı biri. Duygu yüklüydü şiirler. Yazık ki, ne aklımda kaldı, ne de elimizde bir kopyası var bugün. Bir de -beni daha güvencede görü­yordu demek!-, başına bir iş gelirse, çocuklarıyla ilgilenmemi istedi benden. İki kızı, bir küçük oğlu vardı; bir baba olarak ölesiye düşkündü çocukları­na. “Biz kalacak mıyız?” diye takıldım ya, ne onurdu bana bu güveni göstermesi; nasıl mutlu olmuş­tum duyduğumda! Çeşidi nedenlerle yerine getiremediğim bu verilmiş sözün acı ağırlığını, yaşamım boyu yüreğimde taşıdım. Sağlığı da pekiyi olmayan annelerine kaldı bu ağır görev. Çocuklarını tek başına, ne savaşlar yürüterek yetiştiren o yiğit anneye yürekten saygı, bir anlamda da hep borçluluk duymuşumdur. Gün çabuk bitmişti. Kucaklaşıp ayrılırken, Basri’yi bilemem ama, bunun son konuş­mamız olduğu, bir daha birbirimizi göremeyeceğimiz benim aklımdan bile geçmemişti. (s. 65-66-67)

“…  ‘İSTANBUL’ şiiri o günlerde yazıldı Akşehir’de. Deniz doğmuştu İstanbul’da. Sanıyorum bir bayram dinlencesi de o günlere rastladı.” (S.67)

“… Önemli bir noktaya, Basri’nin ölüm haberine geleceğim şimdi. İstanbul’a vardığımız gün, Merih’in babası – nereden duymuştu, anımsamıyoruz- bir arkadaşımızın poliste öldürüldüğünü, duyduğunu söyledi. Yaptığı tanım Tahsin’i anımsatıyordu. Doğal ki, acıya battık. Ancak kesin bir şey bilmiyordu Doktor. Ben evden fırladım; “bir yere” gittim, “birinden” ölenin Basri olduğunu öğrendim. Sansaryan Han’da en üst kattaki Birinci Şube’nin penceresinden atmışlardı Basri’yi. Haber kesindi. Daha eskilerde, Birinci Şube’nin Babıâli’deki bir yüksek yapının üst katında olduğu günler, TKP’li tütün işçisi Abbas’ı pencereden atıp öldürdüklerini biliyorduk. Bu böyle uygulanan ikinci ölümdü. Acılar içinde döndüğümde Merih(i ağlar buldum evde. Olayı, eve gelen “birinden” öğrenmişti! Bugün bu olayı yazarken, bütün uğraşlarımıza karşın, ne Merih, ne de ben, bu ağır haberi kimlerden duyduğumuzu anımsayamadık!” (S.72)

….

“… Basri’nin dediği gibi, “İmanını kavi tut!” dönemi başlamıştı gene!” (S.73)

“…Akşehir’deki Maltepe Askeri Lisesi, 47 ’de İstanbul’a taşındıktan sonra bir gün Galata Köprüsü üstünde karşılaşacağım Şükriye’den, yukarda sözünü ettiğim Basri’yi saklandığı yerde görmem olayını poliste anlattığını öğrenecektim. Ça­ğırıp onu da sormamışlardı bana! İstanbul dışında olmamdan mıydı?! Özel biçimde mi gözlüyorlardı beni?! Ne demeli bilemem. (s. 81)

….

“…  Üsküdar’daki, şimdi olmayan bir sinemanın (Sunar?) girişinde buluştuğumuz kişi Basri’nin eski arkadaşı, yukarda adı geçen kendi başımıza çalışma kararını verdiğimiz dönemde bize gerekli şapirografi, askerliğini yaptığı birlik adına satın alan Tevfik Dilmen’di. (S. 83)

 

***

Hasan Basri Alp’in baba ve anne tarafı:

 

Ne kadar enteresandır ki, kısa yaşamı boyunca hep polisle başı derde giren Hasan Basri Alp’in babası Mehmet Şakir Efendi de bir polis komiseridir. Aile lakapları Çaloğulları’dır.

 

Gürcistan Batum doğumlu olan Mehmet Şakir Efendi,  Gürcistan’da Fatma Hanım’la evlenir. Bu evlilikten olan büyük oğul Osman,  Gürcistan’da doğar.

 

Hasan Basri Alp Ankara Ziraat Fakültesi Merdivenlerinde

Hasan Basri Alp Ankara Ziraat Fakültesi Merdivenlerinde

Daha sonra Mehmet Şakir Efendi ve Eşi Türkiye’ye gelirler. Türkiye’de de Rumî 1328 (Mîladî,1912) yılında ikinci çocukları Hasan Basri Alp Mecitözü’nde dünyaya gelir.  Daha sonra da üçüncü çocuk Hatice doğar.

 

Türkiye’de de emniyet teşkilatında çalışan Komiser Mehmet Şakir Efendi’ye Niksar’ın Hacılı köyünde tarla ve Niksar’ın içinde de, Taşmektep Mahallesi’nde altı ahır olan küçük bir ev verilir.

 

Şakir Efendi’nin eşi Fatma Hanım’ın kız kardeşleri de yine Niksar’a Gürcistan’dan göç eden Arif Ağa’nın oğullarıyla evlenirler.

 

Fatma Hanım’ın bir küçüğü Pantuş Hanım Arif Ağa’nın büyük oğlu İsmail Efendi’nin ikinci eşi;  Pantuş Hanım’ın küçüğü Emine de Arif Ağa’nın küçük oğlu Yusuf Ağa’nın üçüncü eşidir. (Emine Hanım, daha önce Niksar’da tahrirat kâtibi Emin Bey diye biriyle evliymiş. Yani Yusuf Ağa da Emine’nin ikinci eşidir. Emine Hanım’ın çocuğu olmadığı için Ablası Pantuş’un oğlu Sami’yi(Avukat Sami Duyum) evlatlık alır.

 

(Bu araya küçük bir not: Yusuf Ağa’nın ilk eşinden olan küçük oğlu Cemal’in eşi Şakire Duyum, benim annemin küçük kız kardeşidir. Yani benim teyzemdir. Hami Karslı)

 

Fatma Hanım Hasan Basri 6 yaşında iken (1918 yılında) ölür. (Hasan Basri daha sonra ortaokul’da iken ölen annesi için bir şiir yazar ve bu şiir Tokat’ta çıkan bir gazetede yayımlanır)

 

Hasan Basri Alp’in ağabeyi Osman, Niksar’ın Hacılı Köyüne yerleşir. Terzi olan ablası Hatice ise Tokat’a gelin gider.

 

Hasan Basri Alp’in eşi ve çocukları:

 

Hasan Basri Alp, Çankırı’da öğretmen olan Şükriye Esen ile 19 Aralık 1938 günü Ankara’da evlenir.

 

Şükriye henüz 6 aylıkken, oldukça zengin olan ailesi Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçmüştür. Nüfus kayıtlarına göre Rumî 1325 (Miladî, 1909) Nevrokop doğumludur. (1951‘de,  şehrin adı Bulgar devrimci GotseDelçev  ile değiştirilmiştir. Güneybatı Bulgaristan‘ın Pirin Makedonyasında bulunan bir şehirdir. Karasu Nehri yakınlarında, Blagoevgrad ili sınırları içinde bulunur. GoceDelčev Beldesinin idarî merkezidir.)

 

            Baba adı Hasan, ana adı Vehibe’dir. İki teyzesi, iki de dayısı vardır.

 

Göç sonrası ailenin büyük bir kısmı İstanbul Kadıköy’e yerleşirler.

 

Şükriye Hanım arandığı dönemlerde,  yakınlarına da bir zarar gelmesin diye teyze ve dayılarıyla görüşmekten kaçınmıştır.

 

Çapa “Kız Muallim Mektebi” çıkışlı olan Şükriye Alp, öğrencileri ve öğretmen arkadaşları tarafından çok sevilen birisidir. Ayrıca Hasan Basri Alp’in arkadaşları da bu kişilikli, yiğit kadını çok sever ve sayarlar.

 

Niksar’da Gazi Ahmet İlkokulu’na atanmadan önce bir süre Niksar’ın Buzköyü’nde çalışmıştır.

 

Vedat Türkali’nin yazdığı, daha sonra Edip Akbayram tarafından şarkı olarak söylenen ve içindeki devrimci

Öğretmen Şükriye Alp, Niksar'da çalıştığı okulun bahçesinde çocukları Ümit, Emel ve Murat'la, Yıl 1953

Öğretmen Şükriye Alp, Niksar’da çalıştığı okulun bahçesinde çocukları Ümit, Emel ve Murat’la, Yıl 1953

öğeler bulunduğu için, sol kesim tarafından çok seslendirilen İstanbul şiiri, aslında iki kadın için yazılmıştır. Bunlardan biri Vedat Türkali’nin eşi Merih Pirhasan’dır.  Odatv.’de yayımlanan 22.12.2007 tarihli bir yazıda: “O sıralar Nevşehir’de edebiyat öğretmenliği yapan Vedat Türkali’nin, kızı Deniz Türkali’ye hamile olan eşi İstanbul’a gelmişti. Eşi doğum yaptı. Fakat Vedat Türkali izin alıp İstanbul’a gelemiyor, yeni doğan çocuğunu ve eşini göremiyordu. Şiiri, bu hasretin sonucu yazmıştı” deniliyor.

 

(Ancak, Şükriye Alp’in büyük kızı Ümit, bana: “Kadir Amca (Vedat Türkali’nin asıl ismi Abdulkadir Pirhasan’dır) bana, İstanbul şiirini senin annen için yazdım” diyor, demişti. H.K.)

 

Bence, hem Odatv.nin hem de Ümit’in söyledikleri bir gerçeği ifade ediyor.

 

Şiirin bir bölümünde:

 

“… . Bir kadın yoldaş tanırdım
Bir kardeş karısı
Hasta ciğerlerini taşıdığı çelimsiz kemikli omuzları
Ve hüzünlü çehresiyle bebelerini seyrederdi
Cellatlara emir verildiği gün haramilerin sarayında
Gebeliğin dokuzuncu ayında
Aç kurtların varoşlara saldırdığı
Tipili bir gece yarısı
Sırtında çok uzak bir köyden indirdi
Otuzbeş kiloluk sırrımızı
Zafer kanlı zafer kıpkırmızı”

 

Şükriye Alp Anadoluhisarı Öğretmenevi'nde (1990'lı yılların ortaları)

Şükriye Alp Anadoluhisarı Öğretmenevi’nde (1990’lı yılların ortaları)

dizeleriyle anlatılan kişi, o sıralar Pendik’in Şıhlar köyünde öğretmenlik yapan ve oğlu Murat’a hamile olan Öğretmen Şükriye Alp’tir.
Arandıkları dönemde, Abdulkadir Pirhasan da, Hasan İzzettin Dinamo da bir süre Şıhlar köyünde, “Alp Ailesi” nin yanında kalmışlardır.

 

1938 – 1941 arası Şükriye Hanım Çankırı’da öğretmenken, Hasan Basri Alp Ankara Ziraat Fakültesine devam eder ve bu arada Haber gazetesinde de gazetecilik yapar.

 

Büyük kızı Ümit 1939’da Ankara’da, onun küçüğü Emel’de 1940 yılında Çankırı’da doğar.

1941 yılında “Alp Ailesi” İstanbul’a nakleder. Şükriye Alp, Pendik, Şıhlı Köyü öğretmenidir.

 

Bu dönemde Hasan Basri Alp’in edebiyatla ilgili eleştiri yazıları ve şiirleri de Yürüyüş dergisinde yayımlanmaya başlar.

 

15 Ocak 1943’de oğulları Murat doğar. Daha sonra 26 Mart 1944’de Seher adını verdikleri bir kızları daha olur. Ancak, bu bebek uzun ömürlü olmaz, aynı yıl içinde kaybederler.

 

(Ben, “Alp Ailesinin” nüfus kayıt örneğini, Niksar Nüfus Müdürlüğü’nden Kadıköy Nüfus Müdürlüğü eliyle getirilmiş bir örneğinden inceledim. Ancak bu kayıtlarda bir yanlışlık yapıldığını düşünüyorum. Örneğin nüfus kayıtlarında Ümit’le Emel’in arasında 4 ay 18 gün fark var. Halbuki gerçekte bu farkın 18 ay olduğu biliniyor. Yine Hasan Basri Alp’le Şükriye Alp arasındaki yaş farkının da nüfustaki gibi olmadığı ifade ediliyor. Ümit, kardeşi Murat’ın Şıhlı da değil, Kurtköy’de doğduğunu söylüyor.)

 

            1944 ve 1945 yıllarının büyük bir bölümü Hasan Basri Alp’in siyasi polis tarafından arandığı ve bu nedenle de saklı kaldığı dönemdir. Aşağıdaki duygu dolu şiiri bu dönemde yazmıştır:

 

AYRILIŞ

Öter göllerde yeşil kurbağalar

Dışarda tomurcuklanmadadır bahar.

Gidip gelmemek var,

gelip bulmamak var.

Ruhumun penceresinden

bakmaktadır hatıralar:

Seslerle dolu odalar,

gülüşler, ağlayışlar,

“Murat uyanmasın” diye

kapıyı yavaşça açışlar…

 

Ah! Hepinizin içimde

derin bir hüznü,

derin bir neşesi,

derin bir rayihası var.

 

Öter göllerde yeşil kurbağalar

Dışarda tomurcuklanmadadır bahar.

Gidip gelmemek var,

gelip bulmamak var.

Ruhumun penceresinden

tırmanmaktadır hatıralar.

 

(Bu şiir Hasan Basri Alp’in çocukları için yazdığı bir şiirdir ve son şiiridir.  Hasan Basri Alp’in eşi Şükriye Alp 1960’tan sonra bu şiiri çocuklarına göndermiştir.)

 

Hasan Basri Alp, Taksim’de eşiyle buluşmak istediği 20 Ocak 1945 cumartesi günü yakalanır. Eşi Şükriye Alp’le beraber Sansaryan Han’da bulunan Siyasi Şube’ye götürülür. Orada, İstanbul Emniyeti Birinci Şube Müdürü İşkenceci Parmaksız Hamdi tarafından sorgulanırken 22 Ocak 1945 pazartesi günü pencereden atlayarak intihar eder ya da pencereden atılarak öldürülür. 23 Ocak Salı günü Şükriye Alp sorgulanmadan salıverilir.

 

Aradan geçen üç gün karanlıktır. Çünkü Şükriye Alp, 27 Ocak günü çağırılarak, ölüm raporunu veren doktor ve iki polis memuru ile beraber Hasan Basri Alp’i Edirnekapı Gömütlüğü’nde toprağa verirler. Gömütü kaybolmuştur.

Hasan Basri Alp Kütahya Lisesi'nde (Üçüncü sıra, soldan dördüncü)

Hasan Basri Alp Kütahya Lisesi’nde (Üçüncü sıra, soldan dördüncü)

Eşini toprağa verdikten üç gün sonra Şükriye Alp, siyasi polisçe arandığını öğrenir ve mesleğini, İstanbul’u terk ederek izini kaybettirir. (Bu dönemde, eşinin akrabaları tarafından Niksar’ın dağ köylerinde saklanır.)

 

Yirmi ay sonra yani 27 Eylül 1946 günü artık kaçak yaşamaktan usanır ve İstanbul’a giderek büyük kızı Ümit ve o tarihte 3.5 yaşında olan oğlu Murat’la beraber tutuklanır. 41 gün kapalı tutulurlar. Yine Sansaryan Han’da Parmaksız Hamdi tarafından sorgulanır. Bu iş neden bilinmez uzadıkça uzar ve 7 ay sonra 23 Nisan 1946’da salıverilirler.

 

Işıklar içinde yatsın, onu 08 Ocak 2002 günü kaybettik.

 

(Ben, onun emeklilik sonrası yaşadığı İstanbul’da da çok yakın çevresinde olanlardan biriydim. Büyük acılar çeken bu yiğit ve onurlu kadının bir kez bile geçmişten söz ettiğini duymadım. H.K.)

***

İnternette, boyutpedia.com sitesinde Hasan Basri Alp’in soyadı ‘Çaloğlu’ diye verilmekte, Ankara Ziraat Fakültesi’nde bir süre okuduktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde öğrenim gördüğü yazılıdır. Yukarıdaki bölümlerde de yazdığım gibi “Çaloğulları” Hasan Basri Alp’in ailesinin Gürcistan’daki aile lakaplarıdır. O yürüyüş Dergisi’ndeki şiir ve düz yazılarında “Çaloğlu” adını kullanmıştır. Şiirleri, Nazım Hikmet’in o dönemde Yürüyüş Dergisi’nde İbrahim Sabri takma adıyla yazdığı şiirlerle yan yana verilmektedir. Yaşamı hakkında kısa bir bilgi de yukarda sözünü ettiğim Ataol Behramoğlu’nun BÜYÜK Türk Şiiri Antolojisi’nin 2. Cilt, 663. Sayfasında da verilmektedir.

 

            Yazıma, Hasan Basri Alp’in, ulaşabildiğim diğer şiirleriyle devam edeyim:

 

 

BİRİCİK HEMŞERİM

 

Konuşurduk biricik hemşerimle iki satır,

harbe, sulha ve süpürge tohumuna dair,

O daima bana,

küçücük defterinde

içinden çıkamadığı hesaplar yapar,

“Şaşırdık be hemşerim

yukarı tükürsen bıyık,

aşağı tükürsen sakal” derdi.

Koltuğunda “un” torbası,

başı önüne eğik ve dalgın insanların içerisine

karışır giderdi.

 

ÇALOĞLU (Yürüyüş Mecmuası, Sayı: 12 – 9 Sonkânun 1943)

 

*

İSTİDA

Bir dileği varmış

Koyulhisarlı Ahmet’in benden

Zaten rüyasını görmüşmüş evelden.

Muhtarın öküzleri,elceğiziyle

diktiği dut fidanını

çiğneyipgeçmişler.

Ahmet hemen doğrultmuş ama

ne çare ki kopmuşmuş kökü.

 

Rüyasını düşünedursun Ahmet hele

sıladan dönen hemşeriler

iletmişler haberi:

Merak etmesin diyorlarmış,

karısı kaçtı ama bebeleri duruyor.

Yaygıyı yeygiyi de götürdü

velâkin evi yerinde imiş.

Sağ olsun komşular

tarlasını muhafaza edeceklermiş.

Şimdi bir istida yazmalı imişim Ahmet’e,

hükümet aramalı imiş hakkını

yirmi güdük arpasını

on güdük buğdayını

o kahpe avrattan alıp

bittamam şubesine teslim itmeli imişler.

Zaten sıladan dönen hemşeriler

ekin bu sene biraz kıtarak demişler

sonra Ahmet ne eksinmiş toprağa.

Avrata gelince:

varsınkaçsınmış o.

Bir eksik etek daha getirir

doldururmuş yerini

boynu bükük komazmış bebelerini.

 

(Bu şiir, Asım Bezirci ve Kemal Özer’in hazırladıkları Dünden Bugüne Türk Şiiri adlı yapıtın 4. Cilt, 68. Sayfasından alınmıştır. Adı geçen yapıtta, şairin doğum yeri yanlış olarak Niksar yazılmıştır. Şair Mecitözü doğumludur.)

 

*

 

GAZETE

Beraber okurduk

Gazetemizi Abdüsselâmla…

Daha doğrusu;

Ben okurdum

O sonuna kadar dinlerdi

Ve sonra “ne yazıyor Beyim?” derdi.

Gülüşürdük Abdüsselâmla…

ÇALOĞLU

( Yürüyüş – Sanat ve Edebiyat Mecmuası)

Sayı:9 – 9 İlkteşrin 1942)

 

Yürüyüş Dergisi’nin 9. Sayısında Hasan Basri Alp’in Gazete şiiri ile Rıfat Ilgaz’ın Bilmem Böyle mi Olacak Ölümüm adlı şiirleri aynı sayfada verilmiştir.

 

Derginin, 29-30-31-32-33. sayfalarında ise Hasan Basri Alp’in yine ‘Çaloğlu’ imzasıyla yazdığı bir kitap eleştirisi vardır. Hasan Basri Alp, Halide Edip Adıvar’ın önce İngilizce yayımlanan “Sinekli Bakkal” adlı romanını özet olarak anlattıktan sonra, kitabın İngilizler tarafından beğenilmesinin, kitabın niteliğini de ortaya koyduğunu belirterek şöyle diyor:

 

“San’atkâr sosyal bir mahsuldür; kendisinin ve eserinin psikolojisi zamanın hâkim olan ekonomik kuvvetlerince tayin edilir.. ve devrinin takdir edilen san’atkârı o devrin hâkim sınıfları ile sempatize olan ve sesini onların menfaat ve ideallerine vakfeden adamdır.

 

            Hakiki bir artist; çalışan fakat sefalet ve ızdırap çeken bir halk sınıfının emeğine borçlu olduğu boş saatlerini yine bu sınıfın hayatına ve kurtuluşuna hasretmelidir.”

 

Hasan Basri, Halide Edip Adıvar’ın, üniversitedeki görevi için, zamanın egemenlerinin yanında yer almasını da – haklı olarak- eleştirmektedir.

 

*

 

ASKER MEKTUBU

Benim sevgili validem

Evvelâ mahsus selâm eder

Ol mübarek ellerinden öperim.

Zerrece tarafımdan sual edilirse

Şimdilik sizden başka yoktur kederim.

İbişin oğluna, Kulaksıza

Hamdi Çavuşa selâm ederim.

Bana iki lira harçlık göndermişsin validem

Ben parayı niderim.

Siz gaz, duz alıvereidiniz,

bu gün kasımın ikisi

sonra çarşıya bazara varılmaz

gazsız ne ise ama validem

duzsuz durulmaz.

 

“Kâhya salgın için çok varıp geliyor

Muhtara on beş gün ırgat gitmiştin

Saymıyor ona

Herif gözünü dikti danaya” diyorsun.

Ne yapalım validem

Veri verin.

Sen demez mi idin arkadan havladıklarını köpeklerin?

Bu askerlik para ilen değil sıra ilendir.

Yerde kalmaz hakkı, beli bükük emeklerin.

 

Bakî validem

hanem tarafına da selâm eder

kuşun kanadı ile mektubumun cevabını beklerim.

ÇALOĞLU

(Yürüyüş, Sayı: 14 – 25 Mart 1943)

 

***

Şükriye Alp'in annesi

Şükriye Alp’in annesi

Hasan Basri Alp, kendi kuşağının hemen hemen tüm toplumcu şair ve yazarlarıyla arkadaştır.  Onun Yürüyüş Dergisi’nde beraber çalıştığı arkadaşlarından Rıfat Ilgaz, kendi yaşam öyküsünü, anılarını anlattığı “Sarı Yazma” adlı yapıtında Hasan Basri Alp’ten, Yürüyüş Dergisi’nden, her ikisinin de ortak arkadaşları olan Elektrikçi Muzaffer’den de söz eder. (Ben, Sarı Yazma’nın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan 4. baskısını okudum. Kitapta Hasan Basri’den 358. sayfada; Yürüyüş Dergisi’nden 284, 324, 496. sayfalarda; Elektrikçi Muzaffer’den de 323, 328, 356, 358. sayfalarda söz edilmektedir. H.K.)

 

Ahmet Günbaş’ın “Göğ Ekini Biçmiş Gibi” adını verdiği “Erken Ölümlü Şairler Antolojisi’nin Ekim, 2015 tarihli 2. Basımının 22., 23 ve 24.sayfalarında da Hasan Basri Alp’e ve şiirlerine yer verilmiştir.

 

1999’da yaşamını yitiren Zihni Turgay Anadol, anılarının bir kısmını anlattığı, Evrensel Basım Yayın’dan Şubat, 2006’da çıkan “Truva Atında İlk Akşam” adlı yapıtında Hasan Basri Alp’ten 50., 108., 181. Ve 191. Sayfalarda söz eder. (Kitabın birinci baskısı Ocak 1988’de Milliyet Yayınlarından çıkmıştır.)

 

Zihni T. Anadol, kitabının 107. ve 108. Sayfalarında İstanbul’da yapılan bir mitingi anlatır: “… O günlerde İskenderun ve Antakya’nın Fransızlardan alınması gündemdeydi. Basının tümü yazılarını bu yöne çevirmiş, yurdun her yanında, her yerde mitingler başlamıştı. Bu arada büyük bir mitingin yapılacağı, Taksim’le Beyazıt arasında gösteriler düzenleneceği duyurulmuştu. Ben de üç beş arkadaşımla okuldan kaçarak miting yerine gelmiştim. Yağmurlu bir havaydı. Binlerce insanın önünde bir duvar gibi kol kola kenetlenmiş talebelerin arasına karıştım. Kalabalık çığ gibi büyüyordu. Beyoğlu’nun görkemli binalarından halk, üzüm salkımı gibi pencerelerden, balkonlardan çoluk çocuk, genç ihtiyar bizleri izliyordu. Trafik tümden durmuştu. “İskenderun – Antakya!” diye sesler yükseldikçe yer gök sallanıyordu sanki. Tüm bu yürüyüşü yöneten Hasan Basri Alp, en başta yumruklarıyla, güçlü kollarıyla şaha kalkan heyecanı zor zaptediyordu. Arada bir gür sesiyle sloganlar attıkça tüm üniversite ve bizim gibi kaçak lise öğrencileri onu izliyor, seslerimiz göklerde dalgalanıyordu. Hatırladığıma göre yıl 1938’di. Basri arkadaşımızı bir tutuklama anında öldürüp, intihar etti diyerek müdüriyet penceresinden tramvayın üstüne attılar. (Zihni Anadol, yazısının burasına Hasan Basri Alp’in “Mahsul” adlı şiirini koyarak devam ediyor)  Mitingin dağılmasından sonra Basri beni bırakmadı. Nerede okuduğumu, ne kitaplar izlediğimi, hangi gazeteleri takip ettiğimi uzun boylu sordu. Dumanlı bir kahvede verdiğim cevapların onu mutlu ettiğini buğday çalığı, yağız çehresindeki aceleci ışıltılı yüzünde okuyordum. Beni, sol yazarların hemen hepsinin oturduğu Küllük Kıraathanesi’ne davet etti. Hafta tatillerinde zaman zaman gittiğim burada Basri’yle arkadaşlığımız perçinleşiverdi. Onu yedek subay giysileri içinde görüyordum. Ben de artık son sınıfa gelmiş, kendimi üniversite talebeleri kadar büyümüş, olgun bir insan görüyordum. Beni oradaki dostlarıyla tanıştırdı.”

 

Hasan İzzettin Dinamo, “TKP Aydınlar ve Anılar” adını verdiği kitabında tam 11 sayfada(sayfa 213’den 242. sayfa ortalarına kadar) Hasan Basri Alp’le ilgili anılarından söz eder. (Yalçın Yayınları, 1. basım, mayıs / 1989)

 

Bence, Dinamo biraz megolaman bir şair ve çalakalem yazı yazan bir yazar…

 

Örneğin, yukarda sözünü ettiğim anı kitabında “O sırada, Türkiye’de faşizme karşı en sert şiirleri ben yazdım”(Sayfa:87) “Vatan Şarkısı şiirimden dolayı Yeni Edebiyat Dergimiz kapatılmıştı” (Sayfa:98) “..bu dergiyi herkes senin şiirlerini okumak için alıyordu. Dergide başkaca dişe dokunur yazılar çıkmıyordu.”(sayfa:103-104) (Burada konuşturulan Emin Türk Eliçin’dir. Sözü edilen dergi ise, ağırlıklı olarak Abidin Dino’nun yönettiği Yeni Ses dergisidir. H.Karslı)“Bense faşizmin kızdığı en korkunç şiirleri yazdım” (Sayfa:273)

 

Hasan İzzettin Dinamo 1909 doğumludur. Yani Hasan Basri Alp’le yaşıt sayılır. Aslında ikisini de etkileyen kişi Sivas Lisesi Müdürü olan Ünlü Ruşen Zeki Koca’dır. Ruşen Zeki Koca, Osmanlı Sosyalist Fırkası’nda enternasyonalist görüşleri güçlü bir biçimde savunan isimlerden biridir. Hüseyin Hilmi tarafından 1910 – 1912 arası çıkarılan sosyalist dergi İştirak’ta yazılar yazan, Sivas’ta bölgesel sosyalist bir kongre yapılmasına önayak olan dürüst, atak bir devrimcidir.

 

Dinamo kitabında, o dönemin çok ünlü düşün adamlarını ve yazarlarını konuştururken bile onlardan kendisine övgüler düzdürür. Örneğin Sabahattin Ali, Reşat Fuat Baraner gibi isimlerden bahsederken satır aralarında kendisinin onlardan daha önemli olduğunu hissettirmeye çalışır. Sonuçta Ankara Garnizon Komutanlığı 2 No’lu Askerî Mahkemesi’nde 1945 yılında yargılanan ve hepsi de çeşitli cezalara çarptırılan 65 kişi içinde sanki en önemlisi kendisiymiş gibi bir izlenim yaratmaya çalışır.

 

Dinamo, Sivas Öğretmen Okulu ve Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-iş bölümünde öğrenim görmesine karşın, anı ve romanlarında kullandığı dil özensiz bir dildir. Bazen, bir konu, görülen geçmiş zamanla anlatılırken birden geniş zaman kullanılmaya başlar.

 

Hasan İzzettin Dinamo’nun, “TKP Aydınlar ve Anılar” kitabında Hasan Basri Alp’le ilgili bölümleri –yazım ve anlatım yanlışlarını hiç düzeltmeden-  aşağıda aynen veriyorum:

 

Eve vardığımızda bizi ayrıca bir sürpriz de bekliyordu. Hasan Basri Alp büyük bir sabırsızlık ve merak içinde beni bekliyordu:

 

‘Dinamo, dedi, senin için burası son kerte tehlikeli. Seni bize götürmeye geldim. İstersen hemen Leyla hanımla şöyle bir vedalaş, çıkıp gidelim.’

 

‘Bundan Muzaffer’in haberi var mı?’

 

‘Var, biliyor. Bundan sonra birlikte kalacağız.’

 

Bavulumsu bir çantam vardı. Leyla Hanım, onu hemen getirdi aşağı. Basri, Leyla’nın elinden çantamı kaptığı gibi dışarı fırlarken:

 

‘Yolcu yolunda gerek, yenge’ dedi.

 

Ben de Leyla’nın becerikli elini sıkarak Basri’ye yetiştim. Biraz peltek diliyle Basri:

 

‘Ağbi, dedi, çocuklar, evde yemeği bitirmeden yetişelim.’

 

Basri’lerin oturduğu ev de Bağlarbaşı’ndaydı. Yalnız, on dakika çekiyordu. Oraya vardık. Öğretmen olan karısı, üç küçük çocuğu ile pencerenin önünde kümelenmiş, alacakaranlığa bakarak bekliyorlardı. Şükriye, felsefe fakültesinde öğrenci ve Ulus Gazetesi’nde de muhabir olarak çalışırken Basri’yle karşılaşmış ve onu severek evlenmişti. Bu genç adam, güzel şiirler de yazıyordu. Bunca erdemi bulunan bir genç adamın parasının olmayışı ya da az oluşu Şükriye hanımı yıldırmamıştı. Bir genç insan isterse bütün dünyaya sahip olabilirdi. Bu ruh zenginliği içinde günlerini gün ederken Basri’nin inanmış sosyalistlerden biri olduğunu görmüş, bunun da kötü bir düşünce olmadığını bildiğinden kocasının ikinci bir sağlam karaktere sahip olmasından sevinmişti bile. Bu gibi insanların kötülük yapmaya akılları ermezdi. Çünkü, sosyalizmin erdemleri onları bundan korurdu.

 

Şükriye, bu genç öğretmen, bu düşüncelerin mutluluğu içinde yaşıyordu.

 

O akşam,  eve varıp da Basri beni tanıştırdığında bakışlarında anlattığım mutluluk düşlerini yaşıyordu.

 

‘Hoş geldin Hasan bey,” dedi ve sonra yanıbaşında merakla dikilen incecik sarışın kız Ümit’e:

 

‘Hasan bey, amcanızdır. Bir süre bizde kalacak,’ dedi.

 

Ümit, beş yaşındaki kız çocuğu, anlayışlı bir sesle:

 

‘Elbette, anneciğim. Hasan bey amcamızdır.’

 

Basri ile yalnız başımıza kaldığımızda biraz edebiyettan, siyasetten konuştuk. Böyle bomboş oturmaktan bıktığımı söyledim:

 

‘Yeryüzü faşizmin boyunduruğuna girip girmeme savaşımını veriyor . Biz de oturmuş bekliyoruz. Bir dev köyün bütün insanlarını yiyecektir. Ne var ki hepsini birden yiyemediğinden teker teker yer. Teker teker yendikleri için geri kalanlar tehlikeyi kolayca unuturlar. Son lokma olarak kendilerinin gideceğinidüşünemiyorlar. Basiretleri bağlanıyor. Zaten o bekleyiş süresiiçinde dirençlerinin belkemiği eriyip yok oluyor. Son dakikada tam bir hazır lokma devin boğazından hiçbirrahatsızlık vermeden aşağı iniyor. Basri, sen bana, birteksir makinesi bulabilir misin? Hiç olmazsa teksir makinesiyle bir dergi çıkaralım. Yerli, dışarlı faşizmi yermek için elimizden geleni yapalım. Sen birçok gençle temastasın. Onlardan da yazı alırsın. Faşizme karşıveryansın edelim Yeni Edebiyat’ta bıraktığımız yerden yeniden başlayacağız. Elbette, bu çok zor olacak, ama,yine bir şeyler yapacağız’

 

‘Sen de hemen bu konuda şiirlerini yazmaya başla, hazır olsun. Ben de yarınla birlikte ilk dergimizin yazılarını hazırlamaya çalışacağım.’

 

Basrinen karısı ve çocukları yatmıştı. Biz, pencerenin önünde, karanlıkta konuşuyorduk.

 

Basri yatmaya gitti, ama benim kafam cehennemgibi fokurduyordu. Şimdi, korkunç faşizm tehlikesinin her gün biraz daha azarak dünyayı haraca kesmesi ve sinirlerimizle oynamasına bakmadan, bütün Milli Emniyet’le, polis örgütünün ortaklaşa beni aramasını düşünmeden, kendimize yeni savaşım alanları açmaya çalışıyorduk.Faşizm üstüne yazacağım yeni şiirlerinHitler’i Goebbels’i kahredercesine güçlü, öldürücü, vurucu, altından kalkılmaz olmasını istiyordum. Heriflerin tuzağı içinde bocalayıp durduğumuzun hiç ayırımında değildik.

 

Ertesi gün Basri’ye, dergiye koyacağımız ilk şiirin müsveddesini okuduğumda ağzı açık kaldı: Sosyalist Türkiye Cumhuriyeti!

 

Sanki, bir devlet kurulmuş gibi oğlan atılıp alnımdan öptü. Adı böyle yeğnikse de şiirin içeriği bir insanı ipe götürecek kadar korkunç ve tehlikeliydi.Vaktiyle Osmanlı ülkesinde geçen bir isyan sonucunda, bütün suçlu elebaşıları Gülhane Parkı’nın önünden geçen yolun tam ortasında büyümüş bir çınar ağacının dallarına asmışlardı. Ben de bütün Türkiye’nin ağaçlarını vak’ayıvakvakiye denen bu tür adalet için kullanacağız diye bağırıyordum şiirimde.

 

Evet, bir kötek yemiş, işimden ve ekmeğimden olmuştum. Ancak, sellemehüsselam adam sallandırmak için sosyalist bir devlet kurmak düşüncesi çok toyca, çok genççe, patavatsızca bir düşünüştü. Avrupa’da ve Türkiye’de patlak veren faşizm görüntüleri için birçok makale, yazı yazdım. Kendi payıma illegal derginin bölümünü hazırladım.

 

Daha sonraki günlerin birinde Hasan Basri Alp:

 

‘Dinamo be, dedi, gençlerin başında bulunan doçent senin yeni bir parti kurmak istediğini, böylece sapkınlığa düştüğünü söylüyor. Bizim partinin lideri Reşat Fuat’tır diyor.’

 

!Yahu, onlara demedin mi. O gizli bir edebiyat dergisi çıkarıp faşizme veriştirecek.’

 

‘Söyledim,  ağabey, söyledim ama, Mihri Belli anlamıyor. Bunun ayrı bir particilik olduğunu söyleyip duruyor. Çocuklar teksir makinesini de hazırlamışlardı, getirelim mi?’

 

‘Hayır, hayır, teksir makinesini Reşat Fuat’a götürsünler. Ben dergiyi çıkarmaktan vazgeçtim. Bu kez en yakınım olması gereken kişiler bana karşı olacaklar. Hem de durup dururken Nâzım’a yapılan iftiraya uğrayacağım.’

 

Basri, teksir makinesini Reşat Fuat’a göndertmiş. (Teksir makinesini bulan da o sırada üsteğmen olarak askerlik görevini yapan bir emekli albayın oğlu olan Tevfik Dilmen’di. Milli Emniyet’te çok vefalıca çalışan bu zayıf, ufak tefek, üfürsen yıkılacak gibi olan zeki genç adam, buyruğunda çalıştığı örgütün tavsiyesine uyarak  yanına birkaç da provokatör katarak komünist partisini yakalattı. Tevfik Dilmen, bir miktar da  ceza  yedi, ilerde belki gerekir de çalıştırılır düşüncesiyle. Sovyetler’le olan kimi ilişkilerinde parmağı olduğu söylentileri de çıkmıştı.)

 

Basri, her gün İstanbul’dan olumlu ya da olumsuz haberler getiriyordu. Bir akşam elinde iki yaprak bir kağıtla geldi. Bu Reşat Fuat’la Suat Derviş’in hazırladıkları ilk bültendi. Faşizme vuruyordu. Bu sırada Stalingrad en kritik dönemine gelmişti. Savunanların yaptıkları kahramanlıklar parmak ısırtıcıydı. Ben de Stalingrad’ı daha yakından anlatan İngilizce broşürümsü bir kitap buldum. Onu okuyunca büsbütün bir Stalingrad Destanı yazmak coşkusuyla doldum. Basri’nin her akşam üniversiteden döndüğünde yazdığım bölümleri ona okuyordum. Keskin nişancı Zaitzev’in düşman avcılığında gösterdiği beceriyi destanımın en güzel sayfalarına geçirdiğimi hatırlıyorum.

 

Sonra, kuşatılmış olan bir kentin, en büyük kahramanlık destanlarını yaratan Büyük Petro’nun kenti Leningrad için bir destan yazmaya başladım. Nataşa’nın beyaz geceleriyle ağaran bu kahraman kent de faşizmin çelik kuşağından en sonra kurtulacak, ama kendisi için yazdığım destan, Stalingrad destanıyla birlikte yitirilmiş olacaktı. Bu yapıtların mezarları bile olmadı, şundan ki var olan bir şeyin mezarı olurdu.

 

Basri’nin, küçük çocuk sesleriyle dolu evi beni sanatın canlandırıcı güzellikleriyle karşı karşıya getirdi. Kurulmuş bur sanat makinesi gibi çalışıyordum. Bu arada bir de romana başlamıştım. Doludizgin geceli gündüzlü çalışıyordum.  Yugoslavya bu aylarda Hitler faşizmine karşı kaynıyordu. Gestaponun korkunç canavarlıkları Titoile  birbir avuç militanına vız geliyordu.

 

Ertesi gün,  pazardı, Tevfik Dilmen subay kılığıyla çıkageldi. Evde büyük favoriydi. Hepimizle sarılıp öpüştü. Sıra çocuklara gelince Ümit ile Emel’e cebinden kocaman iki çikolata çıkarıp vermeden önce onları bir güzel öptü. Emel’in beşikte salladığı Murat bu işlere bebek gözleriyle bakıyordu. Şükriye, hemen çikolatalarını ısırarak yemeye başlayan çocuklara:

 

‘Sonra, iştahınız kapanır, kahvaltı edemezsiniz, bırakın onları masanın üzerine, kahvaltıdan sonra yersiniz,’ dedi. Çocuklar, terbiyelice çikolatalarını hazırlanmakta olan ekmek dilimlerinin yanına bıraktılar. Bu sırada ben usumdaki bir düşüncemi Tevfik Dilmen’e açtım:

 

‘Tevfik, dedim, biliyorsun, ben Stalingrad Destanı’nı yazıyorum. Elimdeki İngilizce kitap çok işime yaramakla birlikte ordan gazetelere yansımız çok ilginç olaylar olmuştu. Hiç olmazsa onları da tarayarak sayfalarıma ekleyeyim. Sabiha Sertel’e gider benden selam söylersin. Stalingrad Destanı’nı yazdığımı da söyledikten sonra günlük gazetelerin gerektiğini, bunun için belli nüshaları bana göndersin, ben de taradıktan sonra ona geri gönderirim. Bunu özellikle rica ettiğimi söyle. Askerden kaçmak zorunda kaldığımı, şimdi, daha ufak bir delikte mahpus olduğumu söylersin.’

 

‘Elbette, Dinamo, gider söylerim arzularını.’

 

‘Sağ ol, Tevfik Dilmen! Börklüce Mustafa’nın yaşamını yazdığımda orda tıpkı seni canlandıracağım.’

 

Sofraya oturduk. Vesika ekmeği yüzünden bana ekmek bulunamıyordu. Ancak, Basri her şeyin üstesinden geliyor, bayat da, köy ekmeği de olsa eve durmadan ekmek taşıyordu.Birinci Dünya Savaşı’nda Samsun’da içine düştüğüm açlık ve kıtlığa pek benzemiyorsa da her yediğim lokmada o zamanlar yediğim ekmeklerin iğrenç kokusunu alır gibi oluyordum.

 

Stalingrad Destanını bitirmek üzere Tevfik Dilmen’in getireceği Tan gazetelerini büyük bir merakla bekliyordum. Hafta içinde Tevfik Dilmen, elleri boş geldi.

 

‘Ne oldu?’ diye sordum.

 

‘Ne olacak, diye konuştu, kadın karşısında bir sosyalist üsteğmen görünce bir tuhaf oldu.’

 

‘Ben Hasan İzzettin Dinamo diye bir şair tanırım,  ne var ki onun bana böyle netameli bir zamanda bir subay aracı ya da haberci olarak gönderebileceğini sanmıyorum. Milli Emniyet yoksa yeni bir Nâzım Hikmet davası yaratıp Dinamo’yu da, beni de otuzar yılla Bursa Hapishanesi’ne ya da daha tehlikeli yerlere mi göndermek istiyor?’

 

Şaşırmıştım. Sabiha Zekeriya hanım çok zeki ve akıllı bir kadındı. Tanışmamız da yoktu. Sıkıyönetim mahkemesinde yalnız bir kez arkadaşlarla birlikte oraya gittiğimizde yüzyüze gelmiştik. Şimdi, sokakta karşılaşsak ikimiz de birbirimizi tanıyamazdık. Yalnız, bir şey merakımı çekmişti, Tevfik Dilmen’den kuşkulanmış mıydı? Elbette kuşkulanırdı ya. Subay kılığını değiştirip gidemez miydi?  Subay kılığında gitmek resmen korkusuzluk yaftasını kullanmak değil miydi? Gocunacak bir yanı olsaydı ilkönce sırtından bu tehlikeyi giysiyi çıkarır, öylece giderdi. Oysa kendisini gözetleyenler kendi adamları olduğundan subay giysisiyle gitmekte hiçbir sakınca görmemişti. Reşat Fuat öbür yanda teksir makinesini çalıştırıyor, düşüncelerini her hafta bir küçük bültenle yayıyordu. O da benim gibi İstanbul’un Kadıköy semtinde gizleniyordu. Eve bültenleri hep Tevfik Dilmen getiriyordu. Tevfik Dilmen hem poliste hem de Milli Emniyette çalışır gibiydi. Hangisine daha çok güvence verdiği bilinemezdi. Bu tür bilgileri hep yakalanıp sorguya çekildikten sonra öğrenecektik.

 

Bir gün Basri tatlı bir pelteklikle şunları söyledi:

 

‘Ağbi, yarın sabah Kartal’ın Kurt köyüne gidiyoruz. Şükriye oraya atandı.Hiç olmazsa lokali var. Yatıp kalkmaya para vermeyeceğiz. Güzel de bir köymüş! Adı neden Kurt köyü? Herhalde ormana yakın, kurtların sık sık ziyaret ettikleri bir köy. Ama, ne zarar! Bundan sonra hangi kurt bizi yiyebilir?’

 

Ertesi gün trenle Kartal’a gittik. Çoluk çocuk indikten sonra köye varmak üzere bir saate yaklaşık yürüdük. Sanki,  Anadolu’nun bozkır havasına girilmiş gibiydi. Çıplak topraklardan geçen bir yoldan ilerliyorduk.  Gözlerim hep kurtların vatanı olan ormanları arıyordu. Köye gidinceye dek gerçi sağda solda tek tük ağaçlar gördüysek de kurtların vatanını bir türlü göremedik. O, herhalde daha içerilerde olacaktı.

 

Yolun kıyısındaki okula ve lojmana vardığımızda birkaç okul çocuğu öğretmenin eşyasını lojmana taşıdı. Bir öğretmenin ne eşyası olabilirdi ki? Öğretmen gezgin bir memur durumunda olduğundan bir kat yatak yorganını sırtına vurup ülkenin her yanına gidebilirdi. Ümit’le Emel doğduktan sonra bir yatak daha edinmek gerekmişti, çabucak yerleştiler. Şimdi, konuk olarak biramcabey gelmişti. Evde rastgele bulunan üçüncü yatağı da amcabeyin altına serdiler. Amcabey, gözönünden uzaklaştığından hoşnuttu.

 

Basri, hergün İstanbul’a gitmek zorunda olduğundan birçok kişiyle de görüşüyor, gelince de türlü cansıkıcı haberlerle geliyordu. Mihri Belli, üniversite ortamından parti saflarına dek yayılan konuşmalarıyla hep Dinamo’ya veryansın edip duruyordu.

 

Bir akşam, Basri bana garip bir haber getirdi:

 

‘Ağabey, dedi, şu sıralarda tercümeler deyaparak birkaç kuruş kazanmak istersin herhalde?’

 

‘Elbette isterim Basri. Bir olanak mı buldun? Birisinden bir kitap önerisi mi geldi?’

 

Benim saklanmamı meydana çıkaracak bir iz üzerinde miydi millet?

 

Basri, saf yüreklice:

 

‘Ben açtım, senin yakın arkadaşın Yusuf Ahıskalı’ya. O da hemen; ‘Elimde Steinbeck’inThe Moon is Down adlı kitabı var. Vereyim, Dinamo hemen onu çevirsin,’ dedi.’

 

Basri, biraz düşünerek:

 

‘Yusuf Ahıskalı bundan daha çoğunu da yaptı. Sana Edirnekapı’da bir de saklanacak ev buldu.’ dedi.

 

‘Peki, bu evi, kimin aracılığıyla buldu?’ diye sorunca:

 

‘Gerisini çok düşünme, şair A. Kadir’in en yakın arkadaşlarından Orhan Alkaya!’ dedi.

 

Birdenbire bu adı işitince nedense:

 

‘Eyvah, ne yaptın Basri, dedim, polisin eline düştük.’

 

‘Nasıl olur, ağabey! Orhan Alkaya Nazım Hikmet’le yatan Harbiyeli arkadaşlardan. Şair A. Kadir’in en güvendiği arkadaşı.’

 

‘Ama, Alkaya’nın Birinci Şube’den ünlü Kara Kemal’le yakın ilişkilerini biliyorum. Kara Kemal, hiç yem bulunmayan yere böyle yaklaşır mı? Neyse, artık ok yaydan çıktı. Orhan’ın evine ne zaman taşınacağız? Ama, ben şurda yakalanarak elime kelepçe vurulup götürülmemi istemiyorum. Eğer polis beni hemen yakalamak istiyorsa bu gece yarısı buraya baskın yapabilir. Bunun için hemen akşamla birlikte Kartal istasyonuna doğru bir gezinti yürüyüşüne çıkacağım. Yol da daha uzaktan gelenleri gösterecek gibidir. Hem kontrol eder, hem giderim. Eğer yolun bir yerinde tehlikeye benzer bir şey görürsem bir kenarda mola veririm. Bu gece gök bulutlu ise de ay ışığı var. Bulutlarım benim paravanalarım. Şükriye hanıma böyle bir yürüyüşe çıktığımı söyleme. Yalnız hava almaya gittiğimi anlat.’

 

Akşam karanlığı, Kurt köyüne kara bir kurt gibi inerken ben de sessizce evden çıktım. Genç kızlarla delikanlılar, gelenek olduğu üzere köyün hemen önünden geçip içerilere, öbür köylere doğru giden asfalt yolda piyasa yapıyorlardı. Mahkumların hapisanelerde volta vurmalarına benziyordu bu. Belli bir noktaya dek gidiyor, yine çıkış yerine dönüyorlardı. Hapisanedeki voltalarımı anarak yanlarından geçtim. Kente doğru uzayan yola girdiğimde artık ay tekerlek gibi yükseliyor ve çıplak toprakları ayna gibi aydınlatıyordu. Köyden uzaklaşmıştım. Artık yol boşalmıştı. Şimdi içime bir dram kahramanı yerleşmişti: ‘Gözlerini ilerden ayırma, sağa, sola bir göz atmayı da unutma. Hele arasıra arkadan da tehlike gelebileceğini düşünürsen dört başı bayındır güvenli bir yolculuk yaparsın.’

 

Basri, nasıl olup da Yusuf Ahıskalı’ya yüzde yüz güvenerek benim saklandığım yeri, rahatça ona söyleyivermiş. Yusuf Ahıskalı henüz solcu bile değil. sıkıyönetim Komutanlığında kendini savunurken bir CHP’li olarak savunma yaptığını bir kez daha düşündüm. Ahıskalı da hemen Kara Kemal’in adamı Orhan Alkaya’yı bulmuş ve Dinamo’yu saklamak için ondan olanak istemiştir. O da Edirnekapı’da kirada oturduğu evin bir odasını Dinamo’ya verebileceğini söylemiş. Bu, korkunç bir şeydi. İrinci Şube’nin cipi hemen bu gece gelebilir, eğer gelmezse, ellerindeki avı istedikleri alanlarda gezdirip bütün ürünü birden toplamayı düşünmektedirler. Böyle düşünerek güz bulutlarının oynayıp durduğu ayışıkları altında durmadan yürüdüm. Yolun ıssızlıklarındaki tepeciklerde ara sıra oturup dinlenerek ve bu tuzaktan çıkış olanaklarını arayarak düşünüp durdum. Cırcırböcekleri  LaFontaine’nin ünlü eserinde olduğu gibi mevsimin değişmesini duyarak son yanık müziklerini vermeye çalışıyorlardı. Uzakça bir yerlerden sevgili dost horozların sesleri gelmeye başlamıştı. Ben bir küçük tepenin üzerinde uyku ile uykusuzluk arasında bocalayıp dururken yolun karşı yanından kuzu büyüklüğünde bir puhu kuşu kanatlarının ipek gibi yumuşak hışıltısıyla süzülerek üstümden geçti.

 

Tepenin üstünde uyuyup kalmak korkusuyla hemen ayağa fırladım. Yine ıssız yolun tek yolcusu olarak Kurt köyüne dek ‘vukuatsız’ yürüdüm. Okul lojmanının kapısından içeri girerken güneş sırtıma vuruyordu.

 

Bana kapıyı Basri açmıştı. O da benim yüzümden yarı uykulu yarı uyanık bir gece geçirmişti. En sonra, yolda ilerlediğimi seçmiş, kapıyı açıp beklemeye başlamıştı.

 

‘Sağol Basri. Uykuna engel oldum. Ama, yarın akşam beni götürüp Yusuf Ahıskalı’ya teslim edersen, o da Edirnekapı’daki eve götürür.’

 

Gündüzleri, sabahleyin birkaç saat uyku çekerek üç gece üst üste Kurt Köyü- Kartal istasyonu arasındaki ıssız yolda sabahlara dek volta vurarak zaman geçirdim. Böylece, sözümona, Yusuf Ahıskalı’nın Orhan Alkaya’ya açtığı gizim Birinci Şubenin ve Milli Emniyetin kulağına varmamış oldu, ben de dördüncü günü akşama, Basri ile birlikte Orhan Alkaya’nın Edirnekapı’daki evinde saklanmak ve Yusuf Ahıskalı’yla buluşmak üzere yola çıktım.

 

Şimdi, gittiğim yer, sessiz ve güvenli görünmesine karşın polisin ve Milli Emniyet’in kucağıydı. Ama, kışa girilmek üzere olan bu günlerdi, yapacak başka hiçbir şey de yoktu. Yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakaldı. Faşıstler yoldaydı. Türkiye’ye çok yavaş, nazla geliyorlardı. Hiç olmazsa birkaç zaman daha sağ kalabilmek, görülecek çok önemli zamanları görmek gerekti. Çok zayıf bir olasılık olmakla birlikte bu savaşın sonunda sağ da kalabilirdik. Hiç umulmadık günler de görebilirdik. Sevgili, yiğit arkadaşım Basri ile trende Yusuf Ahıskalı ile buluşmak üzere İstanbul’a giderken böyle düşünüyordum. Karartma gecelerinin İstanbul’u ışıksız bıraktığı o hüzünlü günlerden bir akşamüstü geç vakit, Yusuf Ahıskalı’yı alacakaranlıkta bekleme salonunun bir köşesinde, sanki yapacağı işin korkusundan daha çok küçülmüş, etini budunu yitirmiş bulduk. Bizi daha uzaktan görünce atmaca gibi üstümüze atıldı:

 

‘Yahu, gelmeyeceğinizi sanmıştım. Oğlana da kesinlikle getireceğim, gelecek diye söz vermiştim. Neyse geldiniz.’

 

Bu sırada, Basri:

 

‘Ağabey, dedi, çocuklar bensiz kaldılar. Bana müsaade.’

 

‘Güle güle. Sağol, Basri!’

 

Basri, hızlıca, Haydarpaşa’ya kalkmak üzere olan vapura yetişmek üzere fırlarken şimdiyedek hiç ortada görünmeyen bir adam Orhan Alkaya kapıdan girerek hızlı hızlı yanımıza geldi.”

 

Evet, Dinamo’nun anılarında Hasan Basri Alp böyle anlatılıyor. Dikkat edilirse yukarda –kitaptan aynen alınan metinde- yüzlerce yazım ve anlatım yanlışı var. Ancak, tüm bunlara karşın o dönemi anlatan bu gibi yazılar bizler için önem taşıyor.

 

*

Emin Karaca’nın 2006 yılında İnkılâp Kitabevi’nce basılan “Vedat Türkali Ansiklopedisi” adlı yapıtının 80., 81., 82., 83. Ve 84. Sayfaları Hasan Basri Alp’e ayrılmış; yazıda ayrıca Hasan Basri Alp ve Eşi Şükriye Alp’e ait 3 fotoğraf yayımlanmıştır.

 

*

TÜSTAV’ın(Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı) “Kırklı Yıllar” kitap yayınının 5. Cildi, Rasih Nuri İleri’nin bir derlemesinden oluşur. Bu ciltte derlenen yazılar, Sıkıyönetim Savcısı Kâzım Alöç’ün 1967 yılında Yeni Gazete’de yayımlanan “İfşa Ediyorum” “Türkiye’de Komünizm ve Irkçılık” başlıklı yazı dizisi ile bunlara yanıt niteliğinde olan, Mihri Belli’nin“Savcı Konuştu Söz Sanığındır” adlı kitapçığından oluşur.

 

Ben, aşağıda Kâzım Alöç’ün “İfşa Ediyorum” diyerek yayımladığı anılarından Hasan Basri Alp ve eşi Şükriye Alp’le ilgili bölümünü aynen veriyorum. Ancak bu bölümü okuyanların şunu da iyi bilmelerini istiyorum:

 

1945 Haziranında, İstanbul 1 No’lu Sıkı Yönetim Mahkemesi’nde yargılanan “İleri Gençlik Birliği” adındaki antifaşist öğrenci örgütünün mensubu 50 üniversiteli genç bu yargılamaların halka açık yapılmasını istedikleri halde Savcı Alöç yargılamanın gizli yapılmasını istiyor. Peki, o zaman, neden 22 yıl sonra Savcı ortaya çıkıp da, yalan yanlış, saçma sapan, kendi yorum ve düşüncelerini de katarak bu anıları yayımlıyor?

 

Aslında, Kâzım Alöç’e sormak gerekir (idi): “Hasan Basri Alp, yaptığınız o soruşturmada öldüğüne ve size bu yazdıklarınız için yanıt veremeyeceğine göre, siz bunları yazmaya utanmıyor musunuz?” diye…

 

            Savcı Alöç’ün, elektrikçilikle hiç ilgisi olmayan Hasan Basri Alp’i, yazılarında “Elektrikçi Hasan Basri Alp” diye yazması bile onun yazdıklarının doğru olmadığının bir göstergesi sayılır.

 

Savcı Alöç’ün yazı dizisi, bir hukukçunun yazdıklarından daha çok, entrika kokan polisiye bir romanın tefrikasına benziyor. Kişisel yorumlarıyla nesnellikten ve objektif olmaktan uzak bu yazı dizisi, o dönem tutuklamalarının ve yargılamalarının da nasıl yapıldığını göstermektedir.

 

“Örfi İdare Komutanlığı ve polisi aylarca uğraştıran Üniversitedeki komünist hücresinden firari Hasan Basri Alp nasıl yakalandı?

“Kıpırdama” diye bağırdı. Hasan Basri ne olduğunu anlamamış, dona kalmıştı.

 

Gizli Komünist Partisi’nin idarecileri, Reşat Fuat Baraner’in başkanlığında bir şebeke olarak Ankara Garnizon Komutanlığı tarafından yakalanmıştı. Bu grupta elebaşı komünistlerden David Nae, kunduracı Osman Paçalı da vardı. Fakat onlarla işbirliği yapan elektrikçi Hasan Basri Alp firara muvaffak olmuştu.

Polis bir yandan Hasan Basri Alp’i ararken, 1944’de meydana çıkarılan İstanbul Üniversitesi’ndeki “İleri Gençler Teşkilatı” meselesine de isminin karışmış bulunması, gerilen sinirlerde tuz biber oldu.

Hasan Basri Alp, hala ortalarda yoktu. Bu tahkikatla görevlendirilen askeri hakim Halit Ulusoy, Hasan Basri’yi mutlaka bulabilmek için ısrar ediyordu. Zira üniversitedeki komünist teşkilatının Hasan Basri Alp’in de uzun boylu yeraltı faaliyetleriyle kurulduğu artık ortaya çıkmıştı.

 

Vazifeli iki memur

Örfi İdare’nin ısrarının yanısıra, aynı konuda Emniyet Müdürlüğü Siyasi Kısmı’nın da aynı titizlikle meseleye eğilmesini zikretmeden geçemeyiz. Hatta Siyasi Kısım Müdür yardımcılarından Hamdi Özdemir, en güvendiği iki elemanını bir ara Halit Ulusoy’un makamında, yanına çağırmış ve onlara:

            “— Arkadaşlar, siz isterseniz, elinizden kuş uçmaz” demişti. “Bakınız, hakim beyin huzurunda söylüyorum. Eğer Hasan Basri Alp’i yakalarsanız, Sıkı Yönetim Komutanlığı tahsisatından size mükafat verecekler. Karısı Şükriye Alp’i bu hafta sıkı takibe alınız. Muhakkak kocasıyla haftada bir defa da olsa buluşacaktır. Yalnız çok dikkatli davranmanız gerekecektir.”

Süleyman ve Kemal Karasu isimli bu iki memur

“— Başüstüne efendim.” diyerek odadan çıkmışlardı.

 Derhal işe koyuldular ve haftalardır yaptıkları takipte birşey elde edemedikleri halde, bu defa şansları daha yaver gitmeye başlamıştı.

 

Kadın nereye gidiyor

1945 yılının 20 Ocak günü sabahın erken saatlerinde iki memur, Haydarpaşa’ya kalkan ilk vapurda buluştular. O saatler, herkesin belki de yatağında mışıl mışıl uyuduğu saatlerdi. Ortalıkta karakışın dondurucu ayazı hâkimdi. Ama ne karakışı, ne uykuyu ne de Hasan Basri ‘den gayri tek şeyi düşünmüyorlardı.

Haydarpaşa’da Banliyö trenine yetiştiler ve Şıhlar Köyü ‘nün yol güzergâhı olan Pendik’te indiler. Geçit noktalarını aralarında taksim ederek sıkı bir kontrole başladılar. Rüzgâr ikisinin de iliklerine kadar işliyordu ama, nafile. Demin de bahsettiğimiz gibi, kafalarını kurcalayan tek bir nokta vardı. Hasan Basri ‘yi yakalamak.

Saatler geçiyordu. Ama aradıkları kimse hâlâ ortalarda yoktu. Nihayet vakit öğleye yaklaştı. Saat 12’ye yakındı. Şükriye Alp göründü. Hemen işaretleştiler. Hiç de hissettirmeden Şükriye Alp’i tarassuta başladılar.

Şükriye Alp, bugün diğer günlerden ters bir rota ile vapur iskelesine yönelmişti. Nereye gidiyordu.

 

Hareketlerindeki telâş

Şükriye Alp, vapura bindi. Arkasından memurlar da bindi. Değil hareketleri, mimikleri bile sıkı kontrol altındaydı. Vapur, bu defa bir ring seferiydi. Önce Anadolu yakasında bir iki iskeleye uğradı. Adalara gitti. Oradan tekrar Anadolu yakasını tarıyarak Köprü ‘ye geldi.

İndiler, Şükriye Alp Köprü ‘yü yürüyerek geçti. Mısırçarşısı’na uğradı. Biraz ufak tefek alışveriş yaptıktan sonra Unkapanı istikametine yöneldi. Orada durdu. Bir evin, sokağa yakın bulunan alt pencere camını takırdattı. Birşeyler konuştular. Ama ne konuştuklarını memurlar duyamadı.

Süleyman, bildiklerine dayanarak bu evin, Hasan Basri Alp’in ablasının evi olduğunu kestirdi. Şükrüye belki de, Hasan Basri ‘nin ablasından o günkü randevunun yerini ve saatini öğrenmişti.

Yine aynı titizlikle takip ediyorlardı. Belki de bugün birşeyler olacak, aradıklarını bulabileceklerdi. Şükrüye Taksim’e çıktı. Bir eczaneye girdi. Aspirin aldı. Artık çok, ama çok sıkı bir tarassuttaydı. Fakat bu tarassutu hissetmemesi için iki memur da tecrübelerinin bütün kurnazlığını kullanıyorlardı. Ama Şükriye’de birkaç saat öncekinden çok daha başka türlü bir acelecilik, daha doğrusu bir telâş başlamıştı.

 

Evet, Hasan Basri buydu

Taksim’de Talimhane tarafına doğru yürüdü. Adımlarını sıklaştırdı. Belki de takip edilme ihtimallerini düşünerek izini kaybettirmeye çalışıyordu. Bir iki sokak dolaştıktan sonra, bir noktada durdu. İşte herşey o bir iki saniye içinde oldu. Hasan Basri Alp, karşısındaydı. Hemen Süleyman bir atlet çevikliğiyle atıldı ve:

“— Kıpırdama” diye bağırdı. Hasan Basri ne olduğunu şaşırmıştı. Olduğu yerde donakalmıştı. Hemen Süleyman bir koluna Kemal diğer koluna girdiler ve aylardır aradıkları sanığı bir mengene gibi sıkıştırdılar.

Şükriye Alp’in yüzü ise sapsarı kesilmiş, tek kelime söyleyememişti. Hasan Basri, büyük bir teessür ile karısına baktı. Sadece bakışlarıyla vedalaştılar. Oradan bir otomobile bindirilerek doğruca Emniyet Müdürlüğü Siyasi Kısma getirildi.

 

***

Gizli Teşkilâtın hücre faaliyetine katılan bir Komünist sırrını vermemek için kendini emniyetin üst katından attı

  1. Basri Alp ‘ın karısı intihar edeceğim diye mektup bıraktı

 

Takvim yaprağı 20 Ocak 1945…

Soğuk bir gün, dışarıda lâpa lâpa kar yağıyordu. Günlerden Cumartesi, vakit öğleden sonra. İstanbul Emniyet müdürlüğü tatilde idi. Hatta, müdüriyet binasının tam ortasında, çatıya kadar bütün genişliği ile yükselen aydınlık etrafındaki merdivenler çok tenhaydı.

Siyasi kısmın caddeye bakan odalarından birindeydik. Pencerenin kenarındaki bir masaya oturmuş Hasan Basri Alp isimli sanık eline usulen nöbetçi memurların tutuşturduğu kâğıda itiraflarını yazıyordu. Birinci sayfa… İkinci sayfa… Nihayet üçüncü sayfanın ortasına geldi… Fakat Hasan Basri’nin hareketleri hiç de başladığı gibi değildi. Yüzü sararmış, elleri titremeye başlamıştı. Kimse, daha ne olduğunu anlamaya kalmadan birden, olduğu yerden sıçrayarak, kendini külçe halinde dördüncü kat penceresinden fırlattı…

 

Neden intihar etti?

Nöbetçi memur olduğu yerde donakalmıştı. O anda gürültüler ve koridorlarda koşuşmalar başladı.

Çok geçmeden toparlanan görevliler aşağıya indiler. Hasan Basri için artık herşey bitmişti. Soğumaya yüz tutan cesedini, müteferikadan, getirerek gazetelerle örttüler. Paramparça olmuştu. Yüzü gözü asla tanınmayacak bir haldeydi.

Kimdi bu zat. Neden intihar etmişti?

Hasan Basri Alp, yakalanmadan iki yıl kadar evvel yani 1943 senesinde Reşat Fuat Baraner’in şebekesinde, David Nae-Osman Paçalı ile beraber hücre teşkil etmiş, çeşitli faaliyetlerde bulunmuştu. Bu teşkilat- Ankara Garnizon Komutanlığınca yakalanıp hücre arkadaşları tevkif edilince de kaçıp gizlenmeye muvaffak olan bir komünist idi.

O teşkilât içinde başkaca bir faaliyeti bilinmemekteydi.

Fakat, 1944-1945 yıllarında bu defa İstanbul Üniversitesi’nde “İleri Gençler Birliği” komünist teşkilatı ortaya çıkarılınca, mesele aydınlandı. Hasan Basri Alp’in dahil bulunduğu komünist partisi hücresinin üniversite içinde bir hayli dalbudak salan hücrelerin kurulmasına önayak olduğu tesbit edildi. Edebiyat Fakültesi’nden Tahsin Berkem ve Mustafa Göksu ile irtibat sağlayarak onların da yardımıyla Reşat Fuat grubuna bir hayli hücreler kazandırmıştı. Bu itibarla firari olan Hasan Basri Alp’in üzerinde Sıkı Yönetim Komutanlığı dikkatle duruyordu.

Lakin, Hasan Basri Alp, her ne kadar Reşat Fuat Baraner teşkilatı hakkındaki tahkikattan kısmen malumat sahibi ise de hiç bir temas yapamadığı için “İleri Gençler Birliği” tahkikatının seyrinden haberdar değildi. Bu itibarla yakalandığı zaman teşkilat sırlarını vermekten çok endişeli bir görünüşü vardı.

Bunun yanında içine yeni doğan bir şüphe bütün benliğini kemiriyordu. Çünkü karısı için tesbit ettiği randevuda buluştuğu saniye yakalanmıştı. Acaba çok sevdiği karısı polisle işbirliği yaparak mı kendisini yakalatmıştı? Bu düşünce onu çileden çıkarıyordu.

Biz ise daha başka yönlerden olayı yorumluyorduk. Hasan Basri Alp’in Moskova’da yetiştirilmesinden veya partinin ileri kademe sırlarını vermemesinden veyahut da birçok insanın başına felaket getiren İstanbul’da Gürcü Kilisesi diye adlandırılan bir konunun onun üzerindeki hasıl ettiği endişeyi düşünüyorduk.

 

 

Biraz Sakin Düşünseydi

Halbuki, kendisini biran için ruhi keşmekeşten kurtarıp sakin düşünse, gayet rahat edecekti.( Yani korkunç işkence edilecekti.)

Çünkü. Emniyet Müdürlüğünde kendisi lehine mülayim bir hava vardı. Yakalandığı gün Cumartesi ve tatil saati olduğu halde nezarethaneye bile konulmamıştı.

Memurlara ait ikinci kısımdaki bir odada oturtulmuştu.

Bu gibi tahkikatlara girip çıkan komünistler çok iyi bilirler ki, Emniyet görevlileri bir şahsın komünist partisinden hücre durumunu çözmüşlerse sanıkların diğer fonksiyonları üzerinde pek önemle durmazlardı. Bu itibarla da Hasan Basri’ye adeta iltifat edilmiş, caddeye nazır bir odada memur masasına oturmuşlardı.

Görevli kendisine “—… Hasan Basri, senin durumunu hâkim beyler biliyorlar. Usulen bir defa da kendin nasıl bir teşkilâta girdiğini, kimlerle hangi hücrelerde görev aldığı yaz” demişti.

 

İki buçuk sayfa yazdı

Hasan Basri Alp, bahsettiğimiz odada bu suale karşı,

“—…İfademi yazar takdim ederim” diye cevap verdi. Bir masanın kenarına ilişerek yazdığı her sayfayı da nezaketle nöbetçi memura,

“— Buyurunuz efendim, bu sayfayı ikmal ettim” diyerek uzatmıştı.

Ne olduysa üçüncü sayfanın ortalarında olmuş, olanca hızıyla kendisini camlara fırlatmıştı. Zihinlerde uyanan bütün şüpheler, muallak noktalar halinde kalmıştı. Fakat Hasan Basri olayı bu intihar vakasıyla kapanmış değildi.

Sonradan vuku bulan bazı hadiseler, zincirleme birbirini takibediyordu. Yine o soğuk kış günlerinden birindeydi.

Emniyet Müdürlüğü Siyasi Kısım müdür yardımcılarından Hamdi Özdemir, beni acele telefonla aradı:

“— Kazım bey, Hasan Basri Alp’in İstanbul’da Şıhlarda oturan öğretmen eşi bir arkadaşına intihar edeceğine dair mektup bırakarak ortadan kayboldu.”

“— Ya çocuğunu ne yapmış?”

“— Onu da bu mektubu gönderdiği arkadaşının evine bırakmış.”

“— Cesed?”

“—Nerede nasıl intihar ettiği belli değil efendim. Yalnız kadın ortalarda yok. Biz, derhal tahkikata giriştik. Sizi de haberdar ediyorum.”

Ben de derhal komutana durumu arzettim. Bu sırada Moskova Radyosunun intihar olayı hakkındaki neşriyatı geldi.

 

Moskova Radyosu Türk polisine hücum ediyor

  1. Basri Alp’in intiharı Moskova’da geniş yankılar uyandırmıştı…

 

Aylardır arandıktan sonra, nihayet yakalanarak Emniyet Müdürlüğü’ne getirilen ve Siyasi Kısım’da ifadesi alınırken kendini pencereden boşluğa atarak intihar eden Hasan Basri Alp’in kendi canına kıyması, Moskova Radyosu’nda geniş yankılara yol açmıştı.

Moskova Radyosu’nun yorumcusu Erdem (Laz İsmail-Ismail Bilen.), Polis’in Hasan Basri’yi döverek sopa altında öldürdüğünü ve olaya güya intihar süsü verdiğini bildirmekte, akla hayale gelmemiş ithamlar savurmaktaydı.

 

Emniyetin raporları

Moskova Radyosu’nun bu yayını üzerine, zamanın Emniyet Müdürü Ahmet Demir, neşriyatı hemen bir raporla İstanbul Sıkı Yönetim Komutanlığı’na bildirdi.

Ahmet Demir Orgeneral Asım Tınaztepe’ye Moskova Radyosunun neşriyatı için zaman zaman verdiği raporlardan biri de aynen şöyle idi:

“— 16.12.1946 günü yazımıza ektir:

Moskova Radyosunun 17 Aralık 1946 günü akşamı saat 20’de yaptığı Türkçe yayınında yorumcu Erdem, Türkiye hakkında şu konuşmayı yapmıştır:(Hasan Basri olayı Aralık 1945 iken, verilen ilginç Radyo konuşması ‘7 Aralık 1946’ya aittir, olayla zaman bakımından da ilişkisi yoktur.)

“Sayın dinleyicilerim, Türkiye’nin reaksiyoner çevreleri ve irtica, uzun zamandır dillerine birşey dolamışlardı. Asıl demokrasi bizdedir… Bizden başka hiçbir memleket demokrat değildir, diyorlardı. Türkiye’de bir atalar sözü vardır. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar, derler. Bu pek doğru bir söz imiş. Daha dün sabah çıkan Türk gazeteleri, demokrasi üzerine gevezelik yapıyorlardı. Halbuki akşam üstü Ankara Radyosu iki partinin ve birkaç amele sendikasının kapatıldığını ve bazı demokratik mecmua ve gazetelerin intişarına nihayet verildiğini bildiriyordu.

Sıkıyönetim Komutanlığı’nın bu emri eski Beşiktaş Muhafızı 7-8 Hasan Paşa’nın emirlerine ne kadar benziyor. Bu gazetelerin de, amele sendikalarının da kabahati neymiş biliyor musunuz? Güya bu sendikalar, ameleleri bir araya toplayıp isyana teşvik ediyorlarmış. Bu saçma iddiayı ancak safdiller yutabilir.

 

Ortada kin var

Görülüyor ki Türkiye’de vücut bulmak isteyen demokrasiye karşı reaksiyonerlerin müthiş bir kini vardır. Demokratik kuvvetleri ezmek için büyük bir hareket mevcuttur. Halbuki İstanbul’da bu yeni 7-8 Hasan Paşa’nın “Yani Sıkıyönetim Komutanı’nın” bir çırpıda kapadığı amele sendikalarının günahı, sadece ameleyi bir çatı altında toplamaya matuf idi. Bu sendikalar, amelelerin yararına çalışıyorlardı.

Bu sendikalar ameleyi gaddar patronların elinden kurtarmak istiyorlardı. Demokrat Gazeteler ise Cumhuriyet’ in, Türkiye’nin milli menfaatlerini savunuyorlardı. Kapatılan bu partiler, sendikalar ve demokrat gazeteler halkın kanını emen ve her ne pahasına olursa olsun gayeleri yalnız kendi kasalarını ve ceplerini doldurmak isteyen 2.000 vurguncu ailenin saltanatına karşı yürüyorlardı.

Türkiye’de reaksiyoner çevrelerin hoşuna gitmeyen işler de işte bunlar idi. Reaksiyonun böyle açıktan açığa demokrasiye karşı harekete geçmesi de Türkiye’de irticanın ilerlemekte olduğunu göstermektedir.

 

7 Eylül kararları

Türkiye’de demokrasinin artmakta olduğunu gören reaksiyonerlerin ödleri patlamıştır. Türkiye’de demokrat gazeteler, 7 Eylül kararlarının iflas ettiğini yazmaktadırlar.

Türkiye’de hayat pahalılığı son aylar içinde yüzde 30 nisbetinde artmıştır. Bu durum karşısında Türkiye’de orduya çalışan büyük müteahhidlerin, vurguncuların ve büyük ithalat tüccarlarının cepleri, kasaları dolmuştur.

Doğrusu bu 7-8 Hasan Paşa, yani Sıkı Yönetim Komutanı zorbalıktan yana eskisine taş çıkarttı. Zaten açılan işçi sendikaları Demokrat gazeteler reaksiyonun gözüne diken olmuştur. Reaksiyon ve sağcı Türk gazeteleri ikide bir kızıl kuvvet ve kızıl tehlike diye halkı körüklemek istediler. Fakat ne yapmak istedilerse emekleri boşa çıktı.

Kendisine başka bir yol bulamayan reaksiyon, yeni teşekkül eden demokrasiyi zor kuvvetiyle alaşağı etti. Halk Partisi’nin sağ kanadı demokrat gazetelere yeni bir baskı yaptırmak istedi. Fakat reaksiyon bu sefer, İstanbul Üniversitesi’ni bir oyuncak gibi kullanmaktan korktu.

Yalnız bir kaç külhanbeyine ve Turancı’ya bazı demokrat gazeteleri yırttırdılar. Netice olarak ortada şu vaziyet duruyor: Memleketin içinde demokrasiye karşı sonuna kadar savaşmak azminde bulunan bir reaksiyoner kütle ve bu kütlenin karşısında demokrasiye susamış, demokrasiye inanmış bir halk kütlesi bulunmaktadır.”

 

Diğer rapor ise

İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir’in Sıkı Yönetim Komutanlığı’na zaman zaman Türkçe neşriyat hakkındaki raporlarından bir diğerinde ise şunlar yazılıydı:

“25 Ocak 1945 günü saat 21.30’da Moskova’dan radyo ile kısa dalga 41,89 metre üzerinden yapılan Türkçe neşriyatta:

1) Suat Derviş’ in Sovyet Rusya hakkında yazdığı küçük bir broşürden dolayı askeri savcılıkça 25 sene hapse konulması ve arkadaşlarının da yine ağır cezalara çarptırılması istendiği halde, Panturanizm suçlularının “Hükümeti devirmek istemelerine rağmen” aynı savcılıkça dört seneden on iki seneciğe kadar hafif cezalara çarptırılmalarının istendiği,

2) Komünistlik suçundan dolayı 70 kadar Türk Üniversitelisinin tahkikat yapılmak üzere “Zabıta elinde inledikleri”ni söylediği duyulmuştur. Arzederim.”

Ahmet Demir’in raporunda bahsettiği ve Moskova Radyosu’nda ismi etrafında gürültü koparılan Suat Derviş, asıl adıyla Saadet Baraner idi ve gizli komünist partisinin yöneticilerinden Reşat Fuat Baraner’in karısıydı.

 

Müdüriyette canına kıyan kocasından sonra intihar ediyorum diye kaybolan kadın öğretmen Bulgar sınırında yakalandı

Komünistler mahkemede her şeyi inkâr eder ve polisleri suçlarlardı

 

Gizli Komünist teşkilâtından Hasan Basri Alp’in Emniyet Müdürlüğünde, kendini üst kattan aydınlık boşluğuna atarak nasıl intihar ettiğini anlatmıştım. Lâkin bu intihar olayı, orada bitmiyordu.

Zira Hasan Basri’nin Şıhlar’da oturan genç öğretmen eşi de, çocuğuyla beraber birkaç kuruş parasını ve bir de veda mektubunu yakın arkadaşlarından birine bırakarak intihar ediyorum” diye ortadan kaybolmuştu.

Bana bu hâdiseyi Siyasi Kısım Müdür Yardımcılarından Hamdi Özdemir bey acele telefonla bildirince, ahizeyi kapatırken içim bir tuhaf olmuştu. Ne olursa olsun genç bir aydın, birkaç tahrikçinin esiri olarak tahakkuku imkânsız maceraya sürüklenmiş, sonunda ailesini geride perişan bırakarak intihar etmişti. Şimdi de eşi aynı yolda hayatına kıyıyordu veya kıymış olmalıydı…

 

 

Arama yapıldı

Hemen İstanbul Sıkı Yönetim Komutanını durumdan haberdar ettim ve arkasından İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne geldim. Bayan Alp’in arkadaşına bıraktığı mektup cidden pek acıklıydı. Hasan Basri olmadan bu hayatın kıymeti bulunmadığını anlatıyor, komodinin gözünde biriktirdiği üç beş kuruşunu teslim ederek çocuğunun bir yatılı okula verilmesini istiyor ve “Allahaısmarladık” diyerek hayatına son vereceğini bildiriyordu.

Siyasi Kısım polislerinden bir ekip, Şıhlarda Bayan Alp’in cesedini bulmak ve intihar vak’asını aydınlatmakla görevlendirildi. Derhal yola çıktılar.

Lâkin aradan bir gün, beş gün, on gün, onbeş gün geçti. Bütün aramalar çaresiz. Cesed ortalarda yok. Ne bakmadık, kollamadık sahil kaldı, ne didik didik etmedik kuyular. Komünistlerin türlü taktiklerini iyi bilen Siyasi Kısım Müdür Yardımcılarından Hamdi Özdemir bey, bu intihar olayına başından beri bir türlü akıl erdirememiş.

“—Bu işin içinde bir iş var” diye dudak bükmüştü.

Aramaların neticesiz kalması, onu haklı çıkarıyordu. Bu hanım intihar ettiyse cesedi nerede? Eğer bu da bir taktik ise o halde nereye gitti?

Niksar’da görülünce

Hasan Basri Alp, aslen Kafkasya’lıydı. Türkiye’ye göç etmişler, Tokat’ın Niksar ilçesine yerleşmişlerdi. O halde Niksar’da bir tahkikat yaptırmalıydı. Bu tahkikat derhal yaptırıldı ve gelen cevap hepimizi şaşırttı.

Bayan Alp, intihar edeceğini bildirdiği tarihten bir müddet sonra Niksar’da görülmüş, sonra da ortadan kaybolmuştu. Tehevvüre kapılarak canına kıyacağını söyleyen, üstelik çocuğunu bile bırakan bir kadının İstanbul’dan bu kadar uzaklarda, kocasının memleketinde ne işi vardı? Öyle ya, Hasan Basri Niksar’dan çıkalı epeyce zaman olmuştu. Gözü kocasının malında mülkündeyse, çocuğuyla beraber gidebilir, kimse de onlara mani olmazdı. O zamanda intihar neyin nesi. Eğer mal mülk gözünde yoksa, Niksar’da ne işi vardı. Dolayısıyla tahkikat pek önemli bir safhaya giriverdi. Evet Bayan Alp ruhi krizler mi geçiriyordu? Veya o da mı gizli komünist teşkilatındaydı ve kocasının ifaya fırsat bulamadığı bir vazifeyi mi yerine getiriyordu? İki nokta üzerinde duruyorduk. Lakin tahkikatımız, ikinciyi çok daha akla yatkın bir düşünce olarak göstermeye başladı.

Sınırda yakalandı

Derhal, sınır vilâyetlerindeki polis teşkilatına genç kadının eşkâli, durumu ve aranılma sebepleri bildirildi. Bir yandan Türkiye çapında soruşturma devam ederken, bir yandan da sınır vilâyetlerimizden gelecek haberlere kulak kabartıyorduk.

Çok geçmeden bayan Alp, Trakya’da yakalandı. Küçücük çocuğuyla beraber, loş koridorlara bakan bir nezarethaneye kapatıldı. Hakkındaki tahkikat inceden inceye devam etti ve sonuçlandığı zaman eldeki netice, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi aşırı teessürden gayri şey değildi.

Genç kadın, komünistlikten sanık kocasının intiharı karşısında deliye dönmüş, ne yapacağını şaşırmış ve aksülâmelini böylece göstermişti. Demek ki birkaç tahrikçinin esiri olan veya da asıl gizli hüviyetini eşinden gizleyen Hasan Basri, ailesini geride gerçekten perişan bir halde bırakıp macerasına son vermişti.

Gizli komünist partisinin “İleri Gençler Birliği” sanıklarına dönelim. Bunlar, mahkeme huzuruna çıkarılınca komünistlerin mahut taktiklerini çoktan ezberlemişlerdi ve hepsi de hazırlıklıydılar.

Süleymaniye camiinin minarelerine asılmak istenen yaftalar, Tahsin Berkmen’in itirafları, gece karanlığında köşe başlarına yapıştırılan dövizler, Prof. Baltacıoğlu’nun konferansındaki taktik, Feshane fabrikasına orak çekiçli kartlar, el yazısıyla nezarethane haberleşmeleri ve yatak arasına sıkıştırılmış notlar hep elimizde, hep delillerin arasındaydı.

Halbuki mahkemede bir tek nokta hakimdi. Hepsi de bunları tek kalemde inkâr ediyor, elbirliğiyle polise hücum ederek,

“— Dayakla ve zorla bu itirafları imzalattılar. Halbuki bizler, İleri Gençler Birliği olarak samimi bir öğrenci grubundan gayri hiçbir şey değiliz. İdealimiz Kemalizmdir. İnkılâpçıyız, Irkçılığa, Turancılığa karşıyız. Bize, polis leke sürmek istiyor ve karşınıza çıkarırken bunu nasıl kabul ettiğimizi, sizlerin yüksek takdirlerinize ve akibetimizi asilvicdanlarınıza bırakırız.”

Evet, Sıkıyönetim Savcısı Bay Kâzım Alöç’ün yazısı da böyle…

Şimdi akla takılan şu sorulara da yanıt aramak gerekiyor:

Hasan Basri Alp, Kâzım Alöç’ün dediği gibi gerçekten Emniyet Müdürlüğünde, kendini üst kattan aydınlık boşluğuna atarak, intihar mı etmiştir?

Hasan Basri Alp niçin alelacele defnedilmiştir?

Şükriye Alp neden eşinin defnedilmesinin ardından “siz gidebilirsiniz” diyerek serbest bırakılmış, sonra da aranmıştır?

Kâzım Alöç, sadece “İleri Gençler Birliği” davasının değil aynı zamanda “Turancılar” davasının da savcısıdır.

Bu yargılamalarla ilgili yayımlanan kitap ve belgelerde Kâzım Alöç’ün sanıkları aşağıladığı, hiçbir yasal haklarını kullandırtmadığı, işkence yaptırdığı anlatılmaktadır.

Zaten kendisi de: “Efendim, biz bunları yüksek mahkemenin huzuruna Cumhurbaşkanı adayları olarak değil, hükümeti devirmeye çalışan caniler, vatan hainleri olarak çıkarmış bulunuyoruz. Kendilerini saraylarda yatıracak değiliz. Elbette işkence yaptık. Bunlar her türlü muameleye layıktır” diyerek, hukuk adamlığından ne kadar uzak olduğunu itiraf etmiştir.

 

 

Otuzüç yıllık kısa yaşamına, ölümsüz bir aşk, onurlu bir savaşım ve Türk yazınının çok güzel toplumcu şiir ve yazı örneklerini sığdırarak aramızdan ayrılan; aynı kentli(hemşeri) olmakla övünç duyduğum Hasan Basri Alp’in değerli anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

 

                                                                                                Hami KARSLI

 

Küçük bir not: Bu yazıyı kaleme alırken öğrendiğim acı bir olayı da yazıya eklemek istedim. Hasan Basri Alp’in ağabeyi Osman Efendi, kardeşinin ölümünün üstünden hayli zaman geçtikten sonra doğan bir çocuğa Hasan Basri Alp adını verir. Bu kuzeni(amcasının oğlu) Derviş’in torunudur.  Hacılı Köyünde 1994 yerel seçimlerinde (muhtarlık seçiminde) çıkan bir kavgada 2. Hasan Basri Alp yaralanır. İki yıl 8 ay bitkisel hayatta kaldıktan sonra ölür.

(Bu yazı 2016 Mayıs ayında yazılmıştır.)