“KENDİNİ YADSIYAN İLÇE: NİKSAR”
“KENDİNİ YADSIYAN İLÇE: NİKSAR”
Yukarıdaki başlık ve aşağıdaki yazı benim değil. Zaten onun için tırnak içine aldım.
Yazı ve başlık Dr. Ali Nejat Ölçen Ağabey’e ait!
Geçtiğimiz aylarda Niksar’da yapılan bir toplantıya çağrılan, ama bir nedenle gelemeyen Nejat Ağabey, o toplantıda yapacağı konuşmayla ilgili notlarını bana e-postayla göndermişti.
Niksar’ın geçmişine ve geleceğine ışık tutan bu notları onun izniyle köşemde yayımlıyorum.
91. yaşının içinde olan Nejat Ağabey, şu anda da ülke sorunlarıyla ilgili –yoğun bir şekilde- düşünüyor, yazıyor, üretiyor ve bizlere yol gösteriyor.
O’nun, Niksar’ın sorunları üzerine kaleme aldığı yazısını aynen veriyorum:
“Kabataş Erkek Lisesi Orta öğrenim bölümünün son sınıfında öğrenci iken 1936 yılının yaz tatilini Niksar’da ve dolayıyla Eğricesu yaylasında geçirmiştim. O yıldan, bu satırları yazmakta olduğum 2012 yılına kadar, her yaz tatilini Niksar’da geçiren kişi herhalde sadece benim.
O nedenle, insanlarını, doğasını ve tarihini yakından tanıdım ve bugün zihnimde oluşan bir soruya ulaştım: Acaba Niksar kadar kendine yabancılaşan bir başka ilçe var mı?
Çocukluk ve gençliğimiz, Niksar’ın iki güzelim parkında müzik dinler ve çay içerken geçerdi. O yıllardaki arkadaşlığımız yaşamımız boyunca sürdü. Şimdi Niksar’ımızın içinde, yeşil alan kalmadı. Ve o iki park betonlaştı.
Bu satırları yazan kişi, 1952 yılında o dönemde Belediye Başkanı olan Hakkı Tahmisçi adındaki değerli kişiyle, Ayvas’taki ağaçları dikmiş ve İmar Planı düzenlemesini sağlamışlardı birlikte. Bugün Ayvas’ta betonlaşmaktadır.
1940’lı yıllarda Niksar’da “En Güzel Bahçe” yarışması düzenlenirdi. O yarışmadan birini Nüfus dairesinde görevli adını anımsamadığım kişinin Derebağ girişindeki bahçesi ve o bahçede yetiştirdiği gül çiçekleri kazanmıştı. O bahçe de betonlaştı.
5 Mayıs “Hıdırellez” bayramını ilkokul öğrencileri, Derebağ’daki Çanakçı Deresi’nin kıyısında oyun oynayarak geçirirlerdi. Şimdi o Derebağ betonlaşmaktadır. Çanakçı Deresi’ndeki yeşil boyunlu ördekler de yok olup gittiler.
Çamiçi Yaylası’nda tilki ve tavşanların hiç birisi görünmüyor artık. Tifi ve Hosaf ırmaklarındaki balıklar dinamitle avlandıkları için yok olup tükendiler. Şimdi sıra, HES tutkusuyla Tifi Deresi’nin yok edilişine geldi.
Niksar’ın iki yamaçtaki güzelim ahşap evlerin benzerlerine, Safranbolu kendi ilçesinde sahip çıkarken, Niksar’ımız onları yıkarak betonlaştırmakta sakınca görmedi. O güzelim ahşap evlerinin sadece fotoğraflar kaldı Ali Nejat’ın arşivinde.
Karşıbağ’dan Eğricesu ya da Erük Çayırı veya Karabaş Yurdu yaylalarına giderken, gök yüzünü göremezdik, balta girmemiş ormanların içinden geçerken. Ve biz küçük çocuklar, Kaynar’daki suda elimizin ne kadar süre soğuk suda kalacağının yarışını yapardık. Şimdi o buz gibi su da kaybolup gitti. Bürücek Yaylası’ndaki kayın ağaçlarının gövdesini on kişi zor kucaklardık. Şimdi taş ve dikenler arasından geçiyoruz
Ahşap Keşfi Camiinin avlusundaki çınar ağacının göğe uzanan dalları arasında 52 adet leylek yuvası saydığımı anımsıyorum. Şimdi yerinde yok o tarihsel ağaç, kurumadı, kesildi. Gövdesinin içi oda kadar genişti ve biri orada çalışır ve pabuçlarımızı odada onarırdı.
Eğricesu Yaylası’nda kale tepesindeki kilise artığının zemin katında “sinen bitti” (saklanbaç) oynardık. İki yanında büyük taştan şamdanların olduğu bazalt kayasından yapılı ocağın belki de dua yeri olarak kullanılan mabedin şimdi yerinde onun kırılmış artıkları kaldı; altın aramak amacıyla parçalandığı için! Niksar Kalesi’ndeki bronz ramazan topunun ikiye kesilmesi gibi…
Albert Gabriel adındaki bir tarihçi yazarın “En Turquie” adlı kitabının 169.cu fotoğrafında, Kırkkızlar türbesinin yemyeşil bahçeler içinde olduğunu görürsünüz. Bugün betonlaşan çirkin yapılar arasında görünmüyor.
Niksar kalesindeki yeraltı geçidine Emem oğlu Avni Zarakol ile (O lise öğrencisiydi) girdiğimizi anımsıyorum. Maduru Deresi’nin altına doğru taş basamaklardan aşağılara inmemize suratımıza çarpan yarasalar bile engel olamamıştı. Elimizdeki gaz lambası sönmüştü. Geri dönüşümüz , “Cedit” mahallesi sakinlerini korkutmuş olacak ki, dışarı çıktığımızda bir süre kimseyi göremez olduk, karanlığa alışmıştı gözlerimiz.
Niksar Kalesi’ndeydi o zaman Askerlik Şube binası ve tabanında mozaik resimleri olan geniş bir havuzun yanından geçerdik. Şimdi nerededir mozaik taşları o havuzun bilemiyorum.
Tarihine bu denli yabancılaşan bir başka ilçe var mı ülkemiz de? Vardır elbette! Fakat o ilçelerin hiç birinde Kelkit gibi bir ırmak ve o ırmağın parıldayarak aktığı bir ova belki de yoktur.
Bu satırları yazan kişi (Ali Nejat Ölçen, onun dedesi Emmoğlu olarak anılırdı) Yüksek Mühendis Okulunun dördüncü sınıfındayken (yıl 1944) kahverengi giysili uzun boylu bir Ziraat Mühendisiyle tanışmıştı. Doğa sevdalısıydı o. “Ali Nejat” demişti. “Burası, küçük bir Çukurova! Toprağı ve iklimi pamuk ziraatı içim çok müsait”. Niksar’a pamuk ziraatını getiren kişidir o. Ve Niksar pamuk üreten ilçelerin biri oluvermişti. Şimdi o tarım da yok olup gitti.
Onun gibi doğa sevdalısı çocukluk arkadaşım, İstanbul Halkalı Ziraat okulunu bitirdikten sonra, Niksar ovasını sırtında tek başına taşıdığı elma ve şeftali fidanlarıyla, donatan Selahattin Tuğsel’dir. Vahab Boynudelik 1969 yılında Almanya’dan Niksar’a, yanında bir Alman tarım uzmanıyla beraber dönünce, bu şeftali ağacı dikilen bağları birlikte dolaşmıştık. Bu uzmanın, alınan numuneler üzerinde, doğal niteliği, vitamini, digestionu yüksek meyve suyu üretimine elverişli olduğuna ilişkin raporunu temel alarak, bu satırları yazan kişi (Ali Nejat o yıllarda Devlet Planlama Teşkilatında Tetkik Tahlil Şubesi Müdürü idi) meyve suyu projesinin fizibilite raporunun hazırlanmasını sağlamış ve fakat ne yazık ki, Vahap Boynudelik, genç yaşta bir kaza kurşunuyla yaşamını yitirdiği için o proje sahipsiz kalmış; onun yerine Selahattin Boynudelik “Ahşap Parke fabrikası” kurmayı tercih etmişti.
Şimdi Niksar’ımızda bir tek şeftali ağacı kalmış değil.
2010 yıllarda dedemden kalma bağımızı görmem için Oktay Zarakol, bel arabasıyla götürmüş ve gözlerime inanamamıştım. O bağı satın alan kişi, tüm ceviz ağaçlarını kesmiş yerlerine kavak dikilmişti.
Mademki Niksar’ın doğa varlığından söz etmeye başladım. O halde 1970’li yıllarda Ankara açık alan pazarlarına çuvallar dolusu gelen Niksar pirincinin birkaç saat içinde tükendiğini söylemeyim. Çünkü o denli ünlüydü kırmızı benekli Niksar’ın pirinci. Niksar, kendi pirincini yok ederken bu satırları yazan kişi 1946 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Niksar’ın ilk su (hidrolik) mühendisi olan Ali Nejat, 1957 yılında Çorum’un “Tozluburun” mevkiinde Kızılırmak Nehrinin tuzlu suyunda pirinç ekimini sağlayan regülatörün ve sulama kanallarını projelerini hazırlamıştı.
1970 yılında bu satırları yazan kişi, Kaşıkçı köyüne gittiğinde, söğüt dallarının makineden çekilerek güçlükle soyulan kabuğundan sele yapıldığını görmüştü. Hem doğada yeşili yok eden ve hem de çok zahmeti olan bu işin yerine Halı dokuyamaz mıydı Kaşıkçı köyünün insanı? O dönemde Isparta’da Sümerbank’ın bir biriminde görevli olan Atalay Atilla’dan “halı dokuma tezgâhı getirmesi” ricasında bulunmuştu bu satırları yazan kişi. Tezgâh geldi ve Kaşıkçı köyüne götürüldü. Hereke Halı Fabrikası’ndan bir de çeşitli dokuma planlarını içeren bir dosya ile. Niksar’da bugün yok edilen halıcılık o gün başlamıştı, 1970’in yazında. O girişim Başçiftlik köyüne de aktarıldı.
Niksar’ımız mahlebine, tütününe, cevizine, halı dokuma girişimine sahip çıkamamış ve bu doğal varlığını kötü kullanmaktan kendini kurtaramamıştır.
Şimdi Kelkit ovasını yok etmeye, Derebağ’ın girişindeki doğayı betonlaştırmaya sıra geldi. Derebağ’ın Niksar girişimindeki betonlaşma (Çin Seddi gibi), kuzeyden gelen nemli hava akımını önleyeceği için, Niksar doğasında olası bir çoraklaşmaya ve de kimi zaman olası sel akımıyla yaşamsal kayıplara neden olmayacağını bugün hiç kimse ileri süremez. Derebağ’ın Niksar girişindeki yeşil varlığını yok eden betonlaşmanın gelişme olarak yorumlanması son derecede yanlıştır.
Kuzeyde Derebağ, güneyde HES amacıyla Kelkit kayba uğrarsa, Niksar’ın geleceğindeki sorunları çözecek bir güç ortaya artık çıkamaz. O nedenle:
Niksar’ımızın gençleri, kendi dedelerinin yanlışlıklarından kendilerini arındırarak, bu güzel kentin tarihine, doğasına ve kültürüne sahip çıkmanın bilincine ulaşmalı ve o bilincin yaratacağı örgütlenmeyi becerebilmelidirler. Bu başarılamazsa, Niksar’ın geleceği “kent” değil “köyleşme” olacaktır.
Benden yazması ve söylemesi! Saygılarımla. Dr.Ölçen”
Nejat Ağabey’in, somut verilerden yola çıkarak getirdiği eleştirilerin ilgililer için faydalı olacağını düşünüyorum.
2