16 Nisan 2011

KÖY ENSTİTÜLERİ ÜZERİNE …

ile Hami KARSLI

(Kuruluşunun 71. yıl dönümü nedeniyle, Tokat Eğitim Sen’in düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma)

 

KÖY ENSTİTÜLERİ ÜZERİNE …

 

Bir zamanlar Türk Ulusu nisan ayında iki bayram yaşardı.

Bunlardan birisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış günü olan 23 Nisan Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramı, diğeri ise dünya ölçütünde bir eğitim girişimi ve yurt kalkınması deneyiminin yasal olarak başlatıldığı “17 Nisan Bayramı” idi.

Ancak 65 yıldır, yani 1946 yılından bu yana her 17 Nisan’da duyduğumuz burukluk ve acı, Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramı’nda yeterince sevinç duymamıza engel olmaktadır.

Sömürücü, gerici düzenin tahammül edemeyip kapattığı Köy Enstitüleri’nin amacı, özellikleri, işleyişleri ve kapanış nedenleri hakkında çok şey söylendi, onlarca cilt kitap, binlerce yazı yazıldı, belgeseller çekildi.

2011 yılının nisanında bunları bir kez daha yinelemek, her zamandan daha fazla önem taşıyor. Çünkü bugünkü Türkiye tablosuna baktığımızda gördüğümüz manzara insanın içini acıtmakta ve “Acaba 17 Nisan’da yakılan aydınlanma ateşi söndürülmeseydi, bu manzara aynı mı olurdu?” sorusu aklımıza gelmektedir.

Ülkemizi yönetenlerin tüm yaldızlı laflarına karşın Türkiye çok zor günler yaşamaktadır.

Amerika Birleşik Devletlerinin, Avrupa Birliğinin, Uluslar arası Para Fonu’nun dayattığı politikaları uygulamakla övünenlerin, kör inançları eleştirel akla tercih edenlerin, Atatürk aydınlığından korkanların ülkemize ve ulusumuza nasıl ihanet ettiklerini, bu ülkenin gerçek yurtseverleri tiksintiyle izlemektedirler.

Bir büyük düşünür politikayı, “ekonominin yoğunlaşmış ifadesi” şeklinde tanımlar.

Bakınız, Ekonomik İşbirliği Ve Kalkınma Teşkilatı’nın (OECD) bu ay içerisinde yayımladığı “Bir Bakışta Toplum” raporunda; Türkiye, işsizlik ve yoksullukta ilk sıralarda yer alıyor.(Cumhuriyet,15 Nisan 2011) Çocuk eğitimine en az parayı biz harcıyoruz. Kadınların doğurganlık oranında en yüksek ülkelerden biriyiz. Türkiye’de ortalama ömür tüm OECD ülkelerinden daha kısa. Diğer OECD ülkelerinde istihdam oranı yüzde 66.1 iken bu oran bizde yüzde 44.3 Yani her yüz kişiden 44’ü çalışıyor veya iş arıyor diğer 66’sı onlardan geçiniyor. Bu tablo, uygulanan politikaların iflası demektir.

Büyük Atatürk 17 Şubat 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı tarihî konuşmasının bir bölümünde şöyle diyordu: “Tarih ulusların yükseliş ve çöküşlerinde siyasî, askerî ve içtimaî etmenleri neden olarak göstermektedir. Ben ekonomik etkenlerin bunlardan önce geldiğine inanmaktayım. Türk tarihi de incelendiğinde, ilerleme ve gerileme dönemlerinde hep ekonominin ön planda olduğu görülür. Bunun için Türkiye kanı canı pahasına elde ettiği egemenliğini, dünya barışı düzeni içinde yaşatmak istiyorsa, ekonomide her zaman güçlü olmak zorundadır! Çünkü ekonomik egemenlik olmadan, yönetsel egemenlik olmaz.”

Aradan geçen 88 yılın sonunda Atatürk’ün söylediği bu veciz söz unutulmuş durumda…

***

Köy Enstitüleri, 1936’da Saffet Arıkan’ın Milli Eğitim Bakanlığı döneminde açılan ilk eğitmen kursu ve bunları izleyen dört köy öğretmen okulunda alınan olumlu sonuçlara dayanılarak, Hasan Ali Yücel’in bakanlığı sırasında, 17 Nisan 1940’ta çıkarılan 3803 sayılı yasa ile “KÖY ÖĞRETMENİ VE KÖYLERE YARARLI DİĞER MESLEK ERBABINI YETİŞTİRMEK” için açılmışlardır. 1941’de çıkarılan 4274 sayılı yasa ve açıklamalarıyla, örgütlenme ve bu enstitülerden yetişenlerin gittikleri köylerde başarmakla yükümlü oldukları görevler ayrıntılarıyla belirtilmiştir. “Sağlık Memurları Ve Ebeleri Yasası” ile de köye yararlı diğer meslek erbabının enstitülerde yetiştirilmesine başlanmıştır.

Tüm ülke tabanını kapsayan ve titizlikle yürütülen bir örgütlenme içinde, bu yasaların ve köy enstitüleri uygulamalarının tümünün içeriği, AMACIN, TABANDA BİR YAPI DEĞİŞİKLİĞİNE HER YÖNDEN UYGUN BİR ORTAMIN VE KOŞULLARIN HAZIRLANMASI OLDUĞUNU göstermektedir.

Köy enstitülerinin niçin kurulduğunun tam kavranabilmesi için, Osmanlı’dan cumhuriyete geçiş dönemindeki ve cumhuriyetin ilk yıllarındaki ülkemizin ve halkımızın içinde bulunduğu koşulları iyi bilmek gerekir.

Halkımızın %80’i köylerde yaşıyordu. Kırk bin köyün 35 bini okulsuz, öğretmensizdi. Çoğu kitap, kağıt yüzü görmemişti. Oysa eldeki öğretmenlerin %75’i şehirlerde %25’i köylerde çalışıyordu. Bunlar da şehir koşullarında yetiştikleri için köye uyum sağlayamıyorlardı.

Bakın 1929 yılında dönemin Maarif Vekili Vasıf Çınar Meclis Kürsüsünden şöyle diyordu:

Türkiye Cumhuriyeti’nde tedrisat-ı iptidaiye yoktur. Kemal-i hicapla söylüyorum, bazı köylerde mektep bile yoktur. Hatta sözümü 3-4 vilayete tatbik edebilirsiniz. Buralarda daha 30 sene mektep açılması söz konusu değildir.”

 Halbuki Mustafa Kemal 27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere : “Bir taraftan genel olan cehaleti, bilgisizliği ortadan kaldırmaya çalışmakla beraber, diğer taraftan toplumsal yaşamda bizzat uygulamalı, etkin, yararlı, verimli uzuvlar yetiştirmek lazımdır. Bu da ilk ve orta eğitimin uygulamalı bir tarzda olmasıyla mümkündür” diyordu.

 

 1968 yılı eylülünde Ankara’da toplanan “Devrimci Eğitim Şurası” na sundukları bildiride Sayın Hürrem Arman, Prof. Cevat Geray, Ozan Dr.Ceyhun Atuf Kansu, Köy Enstitülerinin kuruluşunu hazırlayan ve zorlayan nedenleri şöyle anlatmışlardı:

200 yıldan beri, yukarıdan aşağıya yapılan yenilenme hareketlerinin, tabana, geniş halk yığınlarına hemen hiçbir etkisi olmamıştı. Toplumu her yönden besleyen, yaşatan üretici güçlerin, emekçi yığınların yaşadığı yerleşim yerlerinde, her bakımdan bir Osmanlı ortaçağ düzeni sürüp gitmekte idi. Olumlu ve gerçek bir aşama olan Cumhuriyet devrimleri yanında; çok küçük çapta olan fakat bilimsel, gerçekçi bir temele dayanmayan sanayileşme, ulaştırma, sağlık ve eğitimde görülen yenileşme hareketleri, alt yapıda bir değişmeyi hedef almayan plansız davranışlardı. Bütün yapılanlar bu nitelikleriyle ve ele alınış yöntemleriyle büyük şehirlerde bile az sayıda ve emeğin sırtından geçinme olanaklarını ellerinde bulunduran bir azınlığın hizmetinde idi. Kasaba ve köylerde de, şehirlerdeki bu azınlığın ortakları, müttefikleri vardı. Onlar da elde edilenlerden paylarını almakta idiler.

 Gerek şehir ve kasabalarda, gerekse en yoğun emekçi ve üretici çoğunluğu barındıran köylerde yaşayan yığınlar, cumhuriyete, devrimlere, söylenenlere ve yapılanlara, hatta olumlu kanunlara rağmen, her yönden ilkel bir yaşayış içindeydiler.

 1935 istatistiklerine göre nüfusumuz 16.157.450 idi Bu nüfusun 14 milyonu, yani %82’si köylerde yaşıyordu. Kasaba ve şehirlerdeki eşrafa, tüccara, bürokrasiye ve yönetimdeki kişilere bağlı ve onların ittifakı içine girmiş pek az sayıda fakat her yönden güçlü köy ağalarının, toprak ağalarının, tefecilerin, gizlenmiş fakat etkinliklerini sürdürebilen dede,

şeyh gibi mukaddesat sömürücülerinin emrinde çalışan köylü yığınları, her bakımdan yoksulluklar, ilkellikler içinde bir yaşayışı sürdürüyorlardı.

 Yurt savunmasını yapan, toplumu besleyen bu yığınlardı. Onlardan hep alınmış, fakat bir şey verilmemişti.

 Üretim araçları ilkeldi. Çoğu ağaların topraklarında çalışıyordu. Üretim biçim ve ilişkileri, gelenek ve göreneklere göre kurulu bir düzen içinde idi. Besinde, barınakta ve giyimde tüketim olanakları hayvanlarla eşit denecek kadar kıt ve noksandı. Tabiatın da güçsüz esirleri durumunda idiler. 60 bine yaklaşan köy, oba, mezra, çiftlik… denilen yerleşme yerlerine o güne kadar tedavi maksadıyla bir doktor, bir sağlık memuru uğramamıştı. Bazen çok yaygınlaşan, kırıcı bir durum alan hastalıklar bile evliyanın, üfürükçünün, muskacının, çağ dışı inanış ve davranışların eline bırakılmıştı. Bu yığınlarda yaşayan hayat görüşü ve inanışlar ne cumhuriyete, ne devrimlere ve ne de içinde yaşanılan yüzyıla uyuyordu. Fakat bu durum, yığınların yaşayış düzen ve olanaklarıyla da çelişmeyen, başka bir dünyanın görüş ve inanışı idi.

Bu yığınlara sağlanan eğitim olanaklarında da durum aynı idi. Köylerimizde yaşayan nüfusun okur-yazar oranları, erkeklerde %17, kadınlarda %4.2 yani ortalama %10.5 idi. Bazı bölgelerde bu oranlar %1’e kadar düşüyordu.

 14 milyon köylünün ilköğretim çağındaki 1 680 000 çocuğundan, ancak 276 688’i okula kavuşmuştu. Yani köy çocuklarının 5’te 4’ü ilkokuldan bile yoksundu. Aynı tarihte, yani 1935 yılı istatistiklerine göre, şehir ve kasabalarda ilköğretim olanakları %85 sağlanmıştı.

 Bayrak, saat, Türkiye haritasından bile yoksun olan köy ilkokullarını bitiren çocuklardan ancak binde biri, bir üst okula gidebiliyordu. Köylerinde kalarak, aileleri gibi ilkel bir üretime katılan bu çocuklar, 3-5 yıl sonra okuma yazmayı da unutuyorlardı.

 Bütün okullarımız gibi köy okulları da, üretime, yaşayışa, inanışa etkili olmayan bir metot uygulaması içinde idi.

 Bugün hepsi elimizde bulunan istatistik ve belgelerle ayrıntılarına kadar ispatlama olanağına sahip olduğumuz bütün bu gerçekler, cumhuriyetin “halkçı felsefesi”ne uymuyor, cumhuriyet ve Atatürk devrimleriyle çelişiyordu.

 Yüzyıllar boyunca sürdürülen düzenin nitelikleri köylü ve halk yığınlarını ihmal etmiş, alt yapıyı ciddi ve planlı bir gelişmeye yöneltmemişti. Nüfusun %90’ından fazlasını kapsayan emekçi yığınlarının durumu, üretim araçlarının ve üretim ilişki ve biçimlerinin ilkelliği her yönden darlıklar getirmekte idi. En hayati konularda bile kendini hissettiren bu durum, yöneticileri çeşitli sistem değişikliklerine yöneltmiş, örneğin liberal ekonomiden devletçiliğe geçilmeye çalışılmış, fakat köklü ve gerçekten halkçı bir dönüşüme ve bir yapı değişikliğine gidilmediği için, darlık günden güne çoğalmaya –ve egemen güçlerin çıkarlarını bile eksiltecek bir düzeye ulaşmaya- başlamıştı.

 İkinci Dünya Savaşı Türkiye’yi böyle bir bunalım ve tam bir plansızlık içinde yakaladı. Savaşın bitimine kadar olan dönemde, yöneticiler ve müttefiklerince kolay ve çıkarlara uygun düşen, dış yardımlara ve ortaklıklara dayanan bir kapitalist ekonomi düzeni kurmak olanağı da olmadığı için, Türkiye kendi güçlerini seferber etmeye ve bunları kullanarak bunalımı ve savaşın getirdiği krizleri atlatma zorundaydı.

 Bu dönemde, köy enstitülerinden başka gerçekçi, bilimsel, planlı ve halka dönük bir davranışa ve uygulamaya rastlanmıyor.

 … . . .

 

  İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından üç yıl evvel, altyapıyı değiştirmeye yönelmiş bir planlama ve uygulama ile başlayan, denemelerden geçerek kanunlaşan ‘Köy Enstitüleri Sistemi’ böyle bir ortamda kuruldu ve kendi güçlerimize dayanarak gelişti.

 Köy enstitülerinin kuruluşunu zorlayan ve kısaca verilmeye çalışılan çelişkiler ve bunun nedenlerini çok eskiden beri sezen Atatürk, yeni anlamlı bir köy eğitiminin çözümü için de en gerçekçi yolu buldu.

 1935’te Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilen Saffet Arıkan’a, köyün içinden gelen, oranın koşulları içinde yaşayan insan gücünden faydalanma fikrini ve direktifini verdi. Eğitmen hareketi bu direktif üzerine başladı.

Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan, bilinçli bir arayışla bu işlerin gerçek ve en güçlü adamını, yani İsmail Hakkı Tonguç’u bulunca, onun tekliflerine uyarak, uygulamalara geçti. O günlere kadar yapılanlar da değerlendirilerek araştırmalara, denemelere girişildi.

 

 ARAŞTIRMALAR VE DENEMELER

 “Bir çok köylerde incelemeler yapıldı. Bunlardan alınan sonuçlar çok ilginçti. Örneğin, elli yıldan beri okulu olan bir köyle, onun yanındaki hiç okul açılmamış başka bir köyün yapısında hiçbir değişiklik ve başkalık olmadığı görüldü. Hatta okuma-yazma bilenlerde bile bir farklılık yoktu. Okul olan köylerde, mezunların okuma – yazmayı bile unutmalarının yanında, askerde öğrenenlerin, kendi okulsuz köylerinde okuma-yazma öğrettikleri görülüyordu. Yapılan çok yönlü araştırmalar, bütün okullarımızın ve özellikle köy okullarının, kullanılma olanağı olmayan bir takım işe yaramaz bilgiler verdiği, üretime yaşayışa etkinliği hemen hemen hiç olmayan kuruluşlar halinde olduğunu kesinlikle ortaya koydu.

 1936 yılında Çifteler’de, Tarım Bakanlığı ile işbirliği yapılarak ilk eğitmen kursu açıldı. İyi sonuçlar alındı, sayıları çoğaltıldı.

 Eğitmen kurslarının hazırlandığı ortamda, evvela Kızılçullu ve Çifteler’de, sonra da Kepirtepe ve Gölköy’de “Köy öğretmen okulları” kuruldu. Eğitmen kurslarında denenen ve uygulanan ilke ve metotlarla daha yaygın denemeler yapıldı.

 Bu arada Cumhuriyet’in kuruluşundan beri J.Dewey’den başlayarak verilen uzman raporları, raflardan indirilerek incelendi. O günlere kadar yapılan uygulamalar gözden geçirildi.

 İsmail Hakkı Tonguç 1938 yılında, -yapıları oldukça bize benzeyen ve köy eğitimi konularını çözümlemiş bulunan- Avrupa ülkelerinde iki ay süren bir inceleme yaptı. 1939’da toplanan 1. Maarif Şurası, ilköğretim konularını da inceleyerek kararlara vardı.

 Bütün bunların sonunda, eğitmenler kanunundan sonra, Hasan Ali Yücel’in bakanlığı sırasında, 17 Nisan 1940’ta “Köy Enstitüleri Ve Köye Lüzumlu Sanat Erbabı Yetiştirme Kanunu” çıkarıldı. Bunu “Köy Okulları Ve Köy Enstitüleri Teşkilat Kanunu” daha sonra da “Sağlık Memurları ve Ebeleri Kanunu” izledi.

 1940’ta deneme bitmiş, alınan olumlu sonuçlarla ve yine eğitmen kurslarının hazırladığı ortamdan faydalanılarak 14 köy enstitüsü açılmış ve bütün yurdu kapsayan uygulamalara geçilmiştir. Bundan sonra köy enstitüsü sayısı 21’e çıkarılmıştır.

 

 

 

 KÖY ENSTİTÜLERİNİN KAPATILMASI

 Köy Enstitüleriyle ilgili genel bir değerlendirme yapıp, uygulamadan çıkan sonuçları anlatmadan önce, kısaca bu kurumların kapatılmasından söz edeceğim.

 Aslında hepinizin bildiği gibi bu kurumların kapatılma nedenleri, açılış nedenlerinde yatar.

 Köy enstitüleri resmen 1950’li yıllarda kapansa da aslında fiilen 1946’larda bu iş bitmişti.

 Bunun başlıca iki temel nedeni vardı:

 Birincisi, Köy Enstitülerinin dayanabileceği ilerici kadroların iktidar ağırlığı iyice gerilemeğe başlamıştı.

İkincisi ise, enstitüler ve mezunları, toplumda iyice palazlanmaya başlayan egemen güçler için kesinlikle, uyuşmanın mümkün olamayacağı unsurlar haline gelmişti.  “1946’larda, çok partili hayata geçilmesi, sınıfsal temelleriyle ele alınacak olursa, durum kısaca şuydu: Devletçilikle palazlandırılmış, 2.Dünya savaşı sırasında fırsatçı ihracat-ithalâtçı kârları ve başka yollardan gerekli bir ilk birikimi sağlamış, emperyalist tekellerle bağlarını, işbirliklerini, ortaklıklarını daha sıkı kurmuş, bugünün tekelcilerinin çekirdeği olan bir burjuva zümresi, kendisine dar gelmeye başlayan devletçilik elbisesini yırtarak, küçük burjuva bürokratlarının Kurtuluş Savaşı’ndan gelen belli ölçülerdeki iktidar ağırlığından silkinmeye çalışarak sahneye güçlü bir çıkış yapıyordu. 1946 yılı, Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bir dönemeç noktasıdır. Toprak reformu, köy enstitüleri gibi girişimler bir yana bırakılmaya, hatta tepki görmeye mahkumdu. Çünkü gün, artık, sınıfsal ağırlığını açıkça ve kendine özgü bir demokrasi çerçevesinde koyan, asalak, bağımlı ve gerici sermayenindi.

1946 Demokrat Parti olayı ve Demokrat Parti’nin kurucularının düşünce ve sınıf yapıları, bu sermaye kesiminin niteliğini çok iyi ortaya koyar. Bir kere daha vurgulayacak olursak; kesinlikle emperyalizme bağımlı, 1946-1950’lerde aracı yanı ağır basan (yani ithalatçı-ihracatçı), tatlı kârlar dururken sanayiye yönelmekte aceleci olmayan, asalak, çoğunlukla toprak kökenli veya büyük toprak sahipleriyle sıkı bağlar içinde, tefeciyi, ağayı, şeyhi hem kullanan hem de onlarla sömürü ortaklığı yapan, onları kendi demokrasisinin oy deposu halinde gördüğü, kitleler üzerinde baskı aracı ve afyon olarak kullanan, artık Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ilerici güçlerine, kendi adına yetki ve iktidar vermeye niyetli olmayan bir zümredir bu.” 

 Köy enstitüleri yasası, Meclis’in 426 üyesinden 278’inin oyunu alarak kabul edilmişti. Çekimser yoktu ama, milletvekillerinden 148 tanesi meclise gelmemiş, oy vermemişti. Bunların içinde Adnan Menderes, Celal Bayar, Fuat Köprülü, Yahya Kemal Beyatlı da vardı. Bunlar ve o zamanlar mecliste bulunan Emin Sazak gibi toprak ağaları, 11 Haziran 1945’te TBMM’ce benimsenen 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na da karşı çıkacaklar ve daha sonra da 7 Ocak 1946’da ‘Demokrat Parti’ yi kuracaklardı.

 Köy enstitüleri daha kuruluşundan itibaren gericilerin boy hedefi olmuştu. 1943’ te (kuruluşundan üç yıl sonra) Eskişehir milletvekili Abidin Potuoğlu (ki kendisinin Sivrihisar’da büyük toprakları vardı) köy enstitülüler için “Bunlar yetiştiklerinde bizim kafalarımızı keserler” demişti.

 “Değişen siyasi koşulların, CHP’nin köy enstitülerine bakış açısını nasıl değiştirdiğini anlayabilmek için ‘tek parti sisteminin’ önemli bir yapısal özelliğine değinmek gerekir.

 Tek parti rejimlerinde, o ülkedeki çeşitli siyasi eğilimler tek bir resmi görüş içinde eriyip gitmezler , fakat tümü de belli uzlaşmalar ve dengeler içinde o parti içinde yer alırlar. Bu nedenledir ki tek parti sistemlerinden çok partili bir sisteme geçildiğinde, yeni partiler, eski partinin içinden koparak doğarlar. Bizde Demokrat Parti ve o dönemdeki öteki partilerin CHP’den doğması bunun tipik örneklerindendir. Bilindiği gibi ‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’ tasarısı Meclis’e verilir verilmez, CHP’nin bir kanadı buna karşı çıkmış ve Demokrat Parti’yi kurmuştu. DP’nin CHP’ye yönelttiği başlıca eleştirilerden biri de köy enstitüleriyle ilgiliydi. Çünkü Demokrat Partili büyük toprak sahipleri, köy enstitüleri yaşadığı sürece ‘toprak reformu’ nun uygulanabileceğinin bilincinde idiler. CHP’den kopmayan partinin sağ kanadı ise, Köy enstitüleri konusunda DP ile aynı görüşü paylaşıyordu. İsmet Paşa, bu kanadın da CHP’den kopmaması için ödünler vermek zorunluluğunu duyuyordu. Paşa, 1946 seçimlerinden sonra Hasan Ali Ve Tonguç’u bu nedenle görevden aldı.

 İsmet Paşa’nın yeni Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer, kendisinden beklenildiği üzere çok geçmeden Meclis’te 29 Ağustos 1947’de köy enstitülerini köy enstitüsü yapan tüm özelliklerin ortadan kaldırıldığını ve bu kurumların sıradan bir köy okulu haline geldiklerini çok açık bir şekilde belirtti.

 Köy enstitüleri artık İsmet Paşa’nın sırtından atmak istediği bir yüktü. Dönem değişmiş, İsmet Paşa da yeni döneme uyum sağlamıştı. Öylesine ki, okullara din dersi konması, imam-hatip okullarının açılması bu dönemde başladı. Bununla da yetinilmedi. 1946’da görevden alınan ve Talim Terbiye Kurulu Üyeliğine atanan Tonguç 2 Nisan 1949’da Talim Terbiye Kurulu’ndan alınarak bir okulda resim-iş öğretmenliğine atandı.

 Demokrat Parti iktidarı 27 Ocak 1954’te 6234 sayılı yasayla köy enstitülerini tarihin sayfaları içine gömdü. Ama bu sadece, İsmet Paşa döneminden o güne kalan bir cenazenin kaldırılmasıydı.”

 Enstitülerden geriye ise, 1398’i bayan, 15943’ü erkek olmak üzere 17342 köy öğretmeni, 8675 eğitmen, 1248 sağlık memuru ile her biri birer üniversite kampüsü kadar geniş arazilerin içerisine yapılan koca koca binalar, dikilen ağaçlar kaldı.

 

DEĞERLENDİRME

 

 Köy enstitüleri sisteminin kuruluş nedenlerini, yapılan deneyleri ve uygulamaları kısaca inceleyip özetledik.

 Sonunda bu sistemin kuruluş hedef ve amaçlarına göre, her yönüyle bir bütünlük içinde olduğu, uygulamalarda da çelişmeyen bilimsel-gerçekçi bir örgüt olduğu görülmektedir. Köy enstitüleri bu nitelikleriyle, alt yapı için girişilecek atılımlara en uygun ortamı ve daha ileri aşamalara geçiş olanaklarını hazırlamıştır.

 Köy enstitüleri kuruluş yerleri ve insan gücü tercihleriyle, birçok kuruluşlara –ve özellikle topluma eğitilmiş insan gücü yetiştirmekle yükümlü bulunan tüm örgün eğitim kurumlarına- uygulamaları ve aldığı sonuçla en doğru yolu göstermiş bulunmaktadır.

 Köy enstitüleri, köylerde yatan insan gücü potansiyelini, sağladığı fırsat ve imkan eşitlikleriyle, canlandırmanın ve kullanmanın gerçek metotlarını, yaygın uygulamalarıyla kanıtlayarak vermiştir.

Bu metotlar ve uygulamalar, fırsat ve imkan eşitliği ilkesini -yasalara karşın- uygulamayan, gelenekleşmiş, çağ dışı, bilim dışı ve yurt gerçekleriyle bağdaşmayan metot uygulamalarında direnen eğitim düzenimizin yanında bir devrim niteliği taşıyacak kadar önemlidir.

 Araç olan bilgilerin, amaç olarak alınması yerine, üreticilik ve yaratıcılıkta bir araç olarak kullanılması gereği, insanın evvela öğrenen ve sonra yapan bir varlık olmadığının, yaparak, üreterek, yaratarak, küçük yaştan itibaren katkılarda bulunularak eğitilebileceği, bunun hem bireysel hem toplumsal fayda için zorunlu bulunduğu, bu kurumlardaki uygulamalar ve alınan sonuçlarla kanıtlanmıştır.

 Köy enstitüsü sistemi,yarattığı ortam ve yürüttüğü düzen içinde, yönetim biçimi, okuma, tartışma, eleştiri, toplumun kültür verilerini değerlendirme, yayma ve tam bir fikir özgürlüğü sağlama yollarıyla, mezunları arasından pek çok sanatçıların çıkmasını sağlamış, köy sorunlarının sanat aracılığı ile de belirlenmesinde, işlenmesinde büyük görev görmüş, yeni ve özlenen bir Cumhuriyet aydını türünü yetiştirmiştir.

 Köy enstitüsü sistemi, toplumun yararına yapılacak büyük işlerin, ancak halk-devlet ve yetişmekte olan genç kuşakların imecesi, teknik bilgi ve becerisiyle başarılabileceğini ispatlamıştır. Bu yolla, toplumu kuşaklar boyunca ödeme yükümlülüklerine sokan iç ve dış borçlanmalar, taahhüt ve özel sektörden başka kalkınma yolu tercihlerine varamayan bir tutumun yanında, bizim gibi geri kalmış toplumların kendi gücüne dayanarak neler başarabileceği gösterilmiştir.

 Uygulanan imece yolu, yalnız köy enstitülerinin içinde değil, tüm köylere yaygın bir iş eğitimi uygulaması niteliği taşımaktadır. Köylere giren aletler ve üretim araçları, bunlarla başarılan işler, gerçekçi bir halk eğitiminin yaygın bir uygulama örneğini vermiştir.

 Köy enstitülerinin, savaş yıllarının yarattığı darlıklar içerisinde teknik konulara ve uygulamalara verdiği önem dikkat çekicidir. Bu yönden köy enstitüleri alt yapıya dayanan örgütü, planlı bir endüstrileşmenin en güç koşullar içinde bile, gerçekçi yollarını, bir başlangıç olarak göstermiş bulunmaktadır.

 Enstitüler içinde ve köylerde uygulanan imecenin asıl bilimsel amacı, eğitim ve üretimdir. Bu uygulamalar, çok yüksek olan eğitim maliyetinin, doğal olarak en aza düşmesini de sağlayan, toplumumuz için büyük önemi olan bir sonucu da beraber getirmiştir.

 Köy enstitüleri sistemi, köy bölge okulları kuruluşu ile türlü hizmetleri tabana ulaştırmada tutulması gereken yolu göstermiştir.

 Köy enstitüleri, civarlarındaki köylerin birer araştırma ve inceleme merkezi görevini görmekteydiler. Yüksek köy enstitüsü, bu yönden, Türkiye ölçüsünde bir değerlendirme ödevini görmeye başlamıştı. Bu durum, gerçek incelemelerin kendi ortamında ve doğal koşullar içinde yaşanılarak yapılabileceğini göstermesi ve kanıtlaması bakımından önemlidir. Köy enstitüleri bu tutumuyla, köy sorunlarının belirlenmesinde, bunlara gerçekçi, tutarlı çözüm yolları bulunmasında da örneklik etmiştir.

 

KÖY ENSTİTÜLERİ UYGULAMALARINDAN ÇIKAN SONUÇLAR:

 

 “1-Köy enstitüleri, Kurtuluş Savaşı’nın temeli olan “ulusal tam bağımsızlık” ilkesinin bölünmez bir parçası olan eğitimde, kültürde bağımsızlığın en gerçek örneğini vermiştir.

  2-Köy enstitüleri, Atatürk Devrimi’nin temele, alt yapıya ulaştırılması için kurulmuş cumhuriyetçi ulusal eğitim kurumlarıdır.

  3-Köy enstitüleri belli toplumsal gerçeklerin, belli tarihsel koşulların ürünüdür.

  4-Eğitimin gerçek görevi, insanı güçlendirmek, insanı yaşam savaşında doğayı yenebilir, kendisini ve çevresini değiştirebilir hale getirmektir. Bu amacı, ancak iş içindeki eğitim gerçekleştirebilir. İnsanın tarihsel evriminin ve yapısının gereği olan bu durumu köy enstitüleri deneyi doğrulamıştır.

  5-Köy eğitiminin gerçekleştirilmesinde, köyün içinden gelen insanın eğitilip yetiştirilmesi ve köye önder olarak gönderilmesi düşüncesi, Atatürk’ün ‘halkçı devlet’ anlayışından gelir.

  6-Köye yararlı insan yetiştirecek kurumlar, ancak köylü kaynağı ile ve köylerin yanı başında kurulabilir.

 7-Köy enstitüleri insanı kendine, çevresine yabancı kılmayan, insanın yaratıcı gücünü ulusal hayata katan, insancı-toplumcu bir eğitimin ürünlerini vermiştir.

8-Halk yönetimi, demokrasi, eğitimle başlar ve gerçekleşir. Köy enstitüleri öğrencilerini yönetime katarak, insan gelişimine özgürlük tanıyarak, tartışma ve eleştiri geleneği kurarak, tabana dayalı bir demokratik düzenin en gerçek örneğini vermiştir.

 9-Gerçek yurt sevgisi, yurdun somut tanınması, yurda kendimizden, emeğimizden bir şeyler katmamızla canlanabilir, sağlanabilir. Köy enstitülerinde bu yapılmıştır.

 10-Köy enstitüleri, hayatı ve kitabı, yeni bir kültür yaratmanın koşulları olarak, özgürlüğün gerçek yolları olarak, eğitim ve öğrencilerin dünyasına ardına kadar açmıştır. Köy enstitülerinde kitap yasağı, hayatı eleştirme ve düşünce suçu yoktur.

 11-Köy enstitüleri, köylü-halk geleneğinin en güzellerinden biri olan ‘imece’ yi yeni bir hayatın yaratılmasında, yurdun kurulmasında, toplumsal işlerin yürütülmesinde yeni bir eğitim ve kalkınma kaldıracı olarak canlandırmıştır.

 12-Yüksek köy enstitüsü uygulamasıyla, Türk tarihinde ilk kez ‘halka dönük üniversitenin’ köy kaynağından gelen ilk çekirdeği kurulmuştur.

 13-Türkiye için gerekli öğretmen tipi, bir alt yapı geliştiricisi olarak halkın kültür değerleriyle beslenmiş, iş içinde yoğrulmuş ve köyün hayatını her yönden etkileyici güçte devrimci öğretmen tipidir.

 14-Alt yapı reformlarıyla birlikte yürümeyen ileri bir eğitim reformu engellenir. Eğitim, toplumsal kalkınma bütününün bir parçasıdır. Diğer parçaları ortaçağda kalan bir toplumda, tek başına eğitim reformu yozlaşır, bozulur, kösteklenir. Köy enstitüleri bu gerçekler bilinerek kurulmuş, yürüyebildiği kadar yürümüş ve beklenenden çok fazla sonuçlar vermiştir. Yapı değişikliği istemeyen egemen güçlerin işbirliği ile kapatılmışlardır. Asıl olumlu yönleri kapatılmalarının nedenlerinde yatmaktadır.

 15-Geleceğin Türkiyesinde, halkçı-devrimci eğitime çare arayacak yurtsever kuşaklar, köy enstitüleri uygulamasında ‘ulusal, gerçekçi ve halkçı’ bir eğitimin özbeöz Türk kalan felsefesini bulacaklardır”

 

 Değerli Arkadaşlarım,

Konuşmamı noktalarken, bir kez daha vurgulamak istiyorum:

Köy enstitüleri halktan yana ve halk için yapılacak girişimlere, atılımlara yol gösterecek uygulamalar yapmış ve olumlu sonuçlar almıştır. Atatürk ilke ve devrimlerini, içtenlikle ve bilinçle uygulayacak kuşaklar bu deneyimden sürekli olarak faydalanacaklardır kanısındayım.

Hepinize saygılar sunarım.

 

*** * ***

 

 

 

 

Not: Bu konuşmanın hazırlanmasında 4-8 Eylül 1968’de Ankara’da yapılan Devrimci Eğitim Şûrası’na sunulan 7 numaralı komisyon notlarından;TÖB-DER’in Aylık Eğitim Bilim ve Sanat Dergisi olan ‘Yeni Toplum’ un 5. sayısından; Prof.Dr,Çetin Yetkin’in ‘Müdafaa-i Hukuk’ dergisinin 20.sayısından faydalanılmış, bazı bölümler olduğu gibi alınmıştır. H.K.