24 Aralık 2014

OSMANLICA

ile Hami KARSLI


  1. Milli Eğitim Danışma Toplantısı’nda, Osmanlıca dersi, İmam Hatip ve Sosyal Bilimler Liseleri’nde zorunlu, öteki okullarda ise seçmeli ders oldu.

Türkçe, Fransızca, Osmanlıca vb. sözcüklerle anlatılan şey, o ulusların dilidir.

Her ne kadar “dil” sözcüğünün Türkçe Sözlük’te 12 ayrı anlamı yazılıysa da, ben burada “belli bir insan topluluğuna özgü sesli göstergeler dizesi” olan dil’den söz edeceğim.

***

“Dil; düşünce, duygu ve dileklerimizi karşımızdakilere anlatmaya yarayan bir işaretler dizisidir. Ne var ki insanlar söze başvurmadan da anlaşabilirler. El, göz, bayrak, trafik işaretleriyle, çiçeklerin diliyle de anlaşabilirler. Duyularımızın her biriyle ilgili saymaca bir dil vardır. Bazen kullandığımız işaretler öyle olmadığı halde, öyle saymışızdır.

Bizim üzerinde duyduğumuz dil işitme dilidir. İşitme dili de zil, davul, çan, boru gibi araçlarla çıkartılan ses dili; seslerin boğumlanarak söze dönüştüğü söz dili olarak ikiye ayrılır.

Söz dili, kullanıla kullanıla bir toplumun malı olan, o toplumca tanınan dildir.

Dilin bir başka özelliği de kişileri birbirine bağlama gücüdür. Gelişigüzel bir topluluğun ulus olma katına çıkması bu güçle olur.

Dil insan kişiliğini de biçimlendirir.

Aynı dili konuşan insanlar arasında bir iç yakınlığı doğar. Buna anadili duygusu diyoruz.”

***

Türkçe, Ural-Altay dilleri ailesinin Altay koluna bağlı bir dildir.

Dilimizin ilk yazılı örnekleri, Doğu Göktürklerin tarihiyle ilgili Orhun Yazıtlarıdır.

Bu yazılar 8. yüzyılın başlarında taşa kazınmıştır.

Bu yazıtlardaki dilin, her türlü duygu ve düşünceyi anlatabilme gücü taşıdığına bakarak, yeni bir dil olmadığını öğreniyor ve bu dilin başlangıcını İsa’dan önce 3. ve 4. yüzyıllara değin çıkarabiliyoruz.

Bu dil 11. yüzyıla değin Türkistan’dan Altaylara, Moğolistan’a değin yayılarak tüm Türklüğün ortak dili olmuştur. Buna Ana Türkçe ya da Eski Türkçe diyoruz.

Bu dil yabancı etkilerden uzak, arı bir dildir.

Kâşgarlı Mahmut, Divanü Lügat-it-Türk adlı yapıtında Ana Türkçe dediğimiz bu dilin kıvrak ve ince bir anlatım gücüne eriştiğini örnekleriyle anlatır.

Bugünkü Türkçemiz bu dilin gelişmesiyle oluşmuştur.

***

Ana Türkçe Orta Asya’dan Avrupa’nın içlerine değin geniş alanlara yayılırken lehçeler ve ağızlar doğmuştur.

Bir dilin ayrı ayrı ülkelerdeki değişik biçimlerde yazılış ve söylenişine lehçe denir.

Örneğin Türkiye Türkçesinde biz yüreğe “yürek” derken, Azeri lehçesinde ürek, Kırgızcada cürek, Yakutçada sürek denir.

Türkçe, birbirine yakın bölgeler arasında da söyleyişler yönünden başkalıklar gösterir. Bunlara da ağız diyoruz. Örneğin, İstanbullunun (g) sesini, Rizeli (c) gibi çıkarır. Geldim gittim yerine “celdum cittum” der.

***

Türklerin İslamlığı kabul etmeleri 9. yüzyıl sonlarında başlar, 11. yüzyıla doğru da büyük yığınlar halinde İslam dinini benimserler.

Bu benimseme, Türkçenin arılığını yitirmesinin de başlangıcı olur.

Oğuzların Kınık boyundan olan Selçuklular 11. yüzyılda Anadolu’ya gelerek Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurdular.

Medreselerde İslamlıkla ilgili bilgileri öğretmek için Arapça öğretim yaptırmaya başladılar. Bu dille yapıtlar verdiler. Arapça İslam uygarlığının ortak dili oldu.

Anadolu Selçukluları Farsçaya da aşırı düşkünlük gösterdiler. İran’daki yaşama özendiler. Böylece Arapça ile beraber Farsça da dilimize girdi.

  1. yüzyılın ikinci yarısında Karamanoğulları ile Osmanoğulları da Anadolu’ya geldiler.

Selçuklularla çarpışarak Konya’yı ele geçiren Karamanoğlu Mehmet Bey, 15 Mayıs 1277’de, o ünlü: “Bugünden sonra divanda, dergâhta, barigâhta, mecliste, meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır” buyrultusunu (fermanını) yayımladı. Ancak birkaç gün sonra Mehmet Bey öldürülünce, Arapça ve Farsça tekrar öne geçti.

***

Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra Anadolu’da Karamanoğulları, Osmanoğulları, Saruhan, Aydınoğulları Beylikleri gibi beylikler kuruldu.

  1. yüzyılda yazılan şiirlerde Arapça ve Farsçanın Türkçe üzerindeki etkisinin çok olmadığını görüyoruz.

Ancak daha sonra aydın sanlılar (etiketliler) Arapça ve Farsçaya özentileri nedeniyle Türkçeyi önemsemediler. Geniş halk yığınları ise Türkçeye bağlı kaldılar.

Osmanoğulları’nda devlet dili, saray ve çevresinde Arapça ve Farsça egemen oldu, Türkçe bir kenara itildi.

Bu durum 15. yüzyıldan sonra daha da belirginleşti.

Saray ve medrese çevreleri Türkçeyi “tu kaka” ederlerken geniş halk yığınları ise Türkçeyi kullanmaya devam etti.

Böylelikle toplumda iki ayrı dil, iki ayrı yazın (edebiyat) ortaya çıktı.

Divan yazını, Halk yazını…

Divan yazınındaki sanatçılar için anlaşılmaktan çok, beceri isteyen ustalık (hüner) göstermek önemliydi. İşte bu, günlük dilden, konuşma ve halk dilinden uzak yapmacık dile Osmanlıca dendi.

Osmanlıcayı oluşturan iki neden Türkçe düşünmeme ve Türkçe söylememedir.

Bu yapmacık dili kullananlar Arapça ve Farsça olmadan yazı yazılamayacağı sanısı içindeydiler.

Örneğin, medrese eğitimi gören 18. yüzyıl divan şairlerinden Sümbül zade Vehbi bu sanısını şöyle anlatır:

“Farisî vü Arabîden iki Şehbal ister

            Tâ ki pervâz-ı bülend eyleye anka-yı suhan”

            (Söz kuşunun yücelerden uçması için Farsçadan ve Arapçadan iki kanat alması gerekir)

            Ancak, 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan; geniş kapsamlı ilk Türkçe sözlük olan “Kamus-ı Türkî” adlı yapıtı hazırlayan Arnavut asıllı Osmanlı yazarı Şemsettin Sami ise Osmanlıca denilen dil için şöyle diyordu:

 

“Türk’e okusak anlamaz

Arap’a okusak anlamaz

Acem’e okusak anlamaz

Öyleyse bu dil ne dilidir?”

 

 

***

Halktan kopuk Osmanlı’nın kullandığı dile “elsine-i selâse” (Türkçe, Arapça, Farsça) dense de, Orhan Hançerlioğlu, Osmanlıca adı verilen bu karma ve melez dilin başta Farsça ve Arapça olmak üzere Almanca, Cermence, Bulgarca, Ermenice, Fransızca, İbrânice, İngilizce, Slavca, İspanyolca, İtalyanca, Latince, Rusça, Yunanca, ve Türkçe on altı dilin karışımından oluştuğunu yazar.

“Örnekli Etimolojik Osmanlı Türkçesi Sözlüğü” adlı yapıtı hazırlayan Prof. Dr. Mehmet Kanar şöyle diyor:

“Birkaç yüzyıl önceki Türkçe şöyle dursun, Cumhuriyet dönemi dilini bile anlamakta güçlük çekiyorsak, bu bizim cahilliğimizden kaynaklanır ve eğitim sistemimizin bir yerlerde aksadığını gösterir.

            Bunun Arap harflerini terk ederek Latin harflerinin kabulü meselesiyle bir ilgisi olamaz. Arap harfleriyle Türkçe yazı yazmak son derece zordur. Çünkü bu harflerle Türkçe yazabilmek için kelimenin Türkçe, Arapça, Farsça gibi dillerden hangisine ait olduğunu bilmek, yazılacak kelimeyi o dilin yazı kurallarına göre yazmak gerekir. Öte yandan Arap harflerinin kelimenin başında, ortasında, sonunda ve ayrı olarak yazılış şekilleri başka başkadır. Bu yetmiyormuş gibi, Türkçe “ı, i, o, ö, u, ü gibi sesleri kuşkuya yer bırakmayacak şekilde yazmak da kolay değildir. Oysa, hangi dile ait olursa olsun, bir kelimeyi Türkçe harflerle yazmak çok kolaydır. İşte harf devrimini gerçekleştirerek bize kolaylıklar kapısını açan Yüce Atatürk’ün büyüklüğünü burada anlıyoruz.”

***

“Ulusal duygu ile dil arasındaki bağın çok kuvvetli olduğunu; dilin ulusal ve zengin olmasının, ulusal duygunun gelişmesinde en etkin öge” olduğunu söyleyen Atatürk, 1928’den 1938’e kadar dil devrimini uygulamanın öncülüğünü yapmıştı.

1926 yılında çıkarılan bir yasayla ticarette Türkçe kullanılması istenmiş, 1927’de sokak adları Türkçeleştirilmiş, 1928’de Latin rakamlarına geçilmiş, aynı yıl 9 Ağustos da “Yazaç (harf) Devrimi” açıklanmış, 1929 yılında okullardaki Arapça ve Farsça öğretimi kaldırılmış, “Millet Mektepleri” açılmıştı.

Atatürk, 2 Temmuz 1932’deki Türk Tarih Kurultayı’nın hemen ardından 12 Temmuz 1932’te “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” ni kurdu.

18 Temmuz 1932’de, minarelerden “Allahü Ekber” yerine “Tanrı Uludur” sesleri yükselmeye başladı. Tapınmaya çağrı (ezan)Türkçeleştirilmişti!

1937 yılı sonbaharında Sivas’a giden Atatürk Sivas Lisesi’nin 9. Sınıfının geometri dersine girmiş, okul müdürü ve matematik öğretmeni olan Ömer Beygo’dan dersin kitabını istemiştir. Arapça, Farsça ağdalı sözcüklerle dolu kitaba göz atan Atatürk “Bu anlaşılmaz terimlerle öğrenciye bilgi verilemez” diyerek kitabı yırtıp atmış ve tahtaya geçerek “müselles” yerine “üçgen”, “dılı” yerine “kenar”, “zaviye” yerine “açı” diyerek ünlü “Pisagor” önermesini (teoremini) öğrencilere açıklamıştır.

***

Atatürk’ün sağlığında seslerini çıkaramayan devrim karşıtları, O’nu sonsuzluğa uğurladığımız 1938 yılı sonundan başlayarak yavaş yavaş seslerini yükseltmeye başladılar.

Şairin: “elsiz ayaksız bir yeşil yılan / yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal”

dizelerinde vurguladığı gibi, Atatürk Devrimleri –gittikçe artan- bir ivmeyle yok edilmeye başlandı.

2 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti, iktidara gelişinin 15. gününde “Sadece millete mal olmuş inkılapları saklı tutacağız”              diyerek, Atatürk Devrimlerinin yok edilmesinin önünü açtı.

18 yıldır Ulusun anladığı dille yani Türkçe okunan Ezan 16 Haziran 1950’de alınan bir kararla tekrar Arapça okunmaya başlandı.

Arapça öğretim yapan kaçak Kuran kursları üzerindeki 1931 yılından beri süren yasak kaldırıldı.

1932’de, Atatürk tarafından bir çağdaşlaşma tasarısı (projesi) olarak kurulan Halkevleri “Bunlar faşist anlayış ve düşüncelerin ürünüdür. Sosyal yapımız içinde tümüyle gereksiz, boş, geri ve yabancı unsurlardır” denilerek, 8 Ağustos 1951’de kapatıldı.

1945 yılında Türkçeleştirilmiş olan “Anayasa” sözcüğünü “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu” na, “bakanlık” sözcüğünü “vekâlet” e, “Genelkurmay Başkanlığı” nı “Erkân-ı Harbiyye-i Umumiye Reisliği” ne çevirip, Anayasa’daki öz Türkçe sözcükleri ayıkladılar.

Çarpıtılmış bir ulusçulukla bir baskı düzeni kuran (faşist), dinci 12 Eylülcülerin 1982’de Türk Dil Kurumu’nu kapatmalarından sonra, artık açıkça, hatta meydan okuyarak Atatürk ve Atatürk devrimleri yok edilmeye başlandı.

***

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Sevgili Ali Nejat Ölçen Ağabeyin söylemiyle “Kendi kendini yok eden Osmanlı Devleti” nin yıkıntısı üzerinde kurulmuş, onurlu duruşuyla tüm dünya devletlerinin saygısını kazanmıştı.

Şimdi ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, O’nun kurucusu Atatürk’e düşman, çağdışı birtakım kişiler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmaya, Atatürk’ü yok etmeye ve Osmanlıyı, Osmanlıca denilen uyduruk dili canlandırmaya çalışıyorlar.

Ve tarih baba, dudaklarında acı bir gülümsemeyle olup bitenleri izliyor.