09 Temmuz 2014

UMUTSUZLUK

ile Hami KARSLI

Sözlükler “umut” sözcüğünü “ummaktan doğan iç erinci (huzuru), güven duygusu” diye tanımlarlar. “ummak” ise “olması istenilen bir şeyin olacağını beklemek” tir.

Ben umudumu yitirdim.

Umudunu kaybeden bir insanın, kaybedecek başka bir şeyi kalmadığını biliyorum.

Ama, elimde değil, güzel yurdumda yaşayan insanların çok büyük bir çoğunluğunun, artık, benim ‘siyah’ diye bildiğim rengi ‘beyaz’ olarak gördüklerini biliyorum.

Benim, ‘yanlış’ dediklerime, yurttaşlarımın büyük bir çoğunluğunun ‘doğru’ dediklerini de biliyorum.

Ben, koca şairin, kendisi gibi düşünemeyen büyük çoğunluğa “Akrep gibisin kardeşim, korkak bir karanlık içindesin akrep gibi” dizeleriyle başlayan şiiriyle, üzüntüsünü, kırgınlığını bildirdiği gibi ustaca bir anlatımı becerecek düzeyde değilim.

Yine ünlü bir yazarımızın, yurttaşlarımızın bizim gibi düşünmeyen büyük bir çoğunluğunun, düşünme, akıl yürütme, nesnel gerçekleri algılama, kavrama, yargılama ve sonuç çıkarma konusundaki düzeyini (zekâsını) ölçütleme (derecelendirme) durumunda da değilim.

Yaşı 80’e merdiven dayamış biri olarak artık, bu ülkede yaşayan büyük çoğunluktan ayrı bir insan olduğumu biliyorum. Bu ise beni, mutsuz ve umutsuz ediyor.

***

“Gecenin en karanlık ve sonsuz göründüğü zamanların, gün ışığına en yakın zamanlar olduğu” gerçeği yadsınamaz.

Peki, ben bunu bildiğim halde neden umudumu yitirdim, neden mutsuzum?

Olup-bitenleri değiştirebilme gücümün olmayışı mı bu duyguyu yaratıyor?

Bilmiyorum.

Bildiğim tek şey, artık eskisi gibi yaşama sevincimin kalmadığı, bunun en büyük nedeninin de güzel ülkemin kapkara bir karanlığa büründüğü konusundaki inancımın artık kesinleştiğidir.

***

Babam 1911 yılı doğumluydu.

O doğduğunda Mustafa Kemal binbaşıydı ve İstanbul’a Genelkurmay’a alınmıştı.

Bir yıl sonra 1912’de “Balkan Harbi”, 1914’te “Birinci Dünya Savaşı” başlamıştı

O karanlık yıllarda, 1915’te, Mustafa Kemal’in Anafartalar’da İngiliz Ordusu’nu yenilgiye uğratması yurtseverleri mutlu etmişti.

1919 yılı Mayıs’ında Atatürk’ün Samsun’a çıkışı, ülkedeki karanlığın üzerine güneş ışıklarının doğmaya başlaması gibiydi.

29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ‘ilan edildiğinde’ Babam 12 yaşında bir Cumhuriyet çocuğu idi.

1925 yılı Kasım ayında “Şapka Giyilmesi (iktisası)” yasası çıktığında, babasının –dedemin- başına taktığı geniş kenarlı, yuvarlak şapkaya (fötr) imrenerek bakmış, bir yıl sonra, o da başına aynı şapkadan takmıştı.

İlk gençliğini, Cumhuriyet Devrimleri’nin coşkusu içinde geçiren babam,  40’lı yılların ortalarında Truman Öğretisi (doktrini), Marshall Yardımı adı altında ülkemize giren yayılımcılığın(emperyalizmin) neler yaptığını üzüntüyle izlemişti.

Bu yardımlar karşılığında, -bir dönemler ilçesindeki başkanlığını yaptığı- halkevlerinin, köy enstitülerinin kapatılması yüreğini acıtmıştı.

Ama babam 1994 yılında öldüğünde henüz bu ülkede –adı konmamış- bir Türk Kürt Federe İslam Devleti yoktu.

Bütün okullar İmam-Hatip haline getirilmemişti.

Yasama, yürütme ve yargı tek elde toplanmamıştı.

Annemin başına örttüğü başörtüsü(eşarp),türban denilen o yabansı, tuhaf şekli almamıştı.

Atatürk ve İnönü’ye “iki sarhoş” denmemiş, Cumhuriyet Devrimleri yok sayılmamıştı.

Ülkemin içindeki askeri bir birlikte, gönderde bulunan Türk bayrağı indirilmemiş, yerine bir paçavra göndere çekilmemişti.

Sadece Diyarbakır’dan Bingöl’e giden yol değil, ülkemin tüm yolları açıktı.

Güvenlik kuvvetleri, üzgün, boynu bükük (melül-mahzun) yol kesen eşkıyaya uzaktan bakmakla yetinmiyordu.

Ülkemin yurtsever subayları, bilim adamları zindanlara atılmamıştı.

Cumhuriyet Devrimi’nin tüm birikimleri, ‘milletin (a) sına koyanlara’ üç kuruş on paraya armağan edilmemişti (peşkeş çekilmemişti).

Utanç duyma (ar)- sıkılma (hayâ) diye bir kavram vardı.

Hırsızlığı, soysuzluğu, ihaneti ortaya çıkanlar böylesine çekinmeden, korkmadan (pervasızca) ortalıkta dolaşamazlardı. Ülkemin onurlu insanları, onların yüzlerine tükürür, yasalar onları cezalandırırdı.

Ah ki ah!..

***

Ben, güzel ülkemi, babamın bana bıraktığı gibi, onun torunlarına, yani kendi çocuklarıma bırakamıyorum.

İşte bu nedenle mutsuz ve umutsuzum.

Yazıklar olsun!

Çok bilinen bir fıkra:

İster gülümseyin, ister düşünün!

 

SEMERCİ VE EŞEKLER

        Köyün yaşlı semercisi Bekir Usta ölmüştü.

Tüm eşekler köy meydanında toplandılar, tepinmeye, oynamaya başladılar. Yaşlı, hasta bir eşek duvar dibinde düşünüyordu. Ona geldiler:
– Haberin yok herhalde, semercimiz öldü, dediler.
– Ne olmuş öldüyse?
– Artık sırtımız yara bere olmayacak, özgür olacağız!
– Nasıl bir özgürlükmüş bu?
– Semerci olmayınca artık sırtımıza semer yapılmayacak, kırda bayırda istediğimiz gibi dolaşacağız…
Yaşlı eşek gülmüş:
– Şaşarım aklınıza, demiş. Bugün sevinçle tepineceğinize, aslında yas tutmalısınız. Bekir Usta iyi kötü sırtımızın ölçüsünü biliyor, bizi rahatsız etmeyecek semerler yapmaya çalışıyordu. Yarın bir acemi semerci getirirler, sırtınız yaradan kurtulmaz.

 İyi si mi, siz semerciden değil, eşeklikten kurtulmanın yolunu arayın.

             Eşek kaldıkça, sırtınıza bir semer yapan bulunur!