ÜZERLERİNE ÖLÜ TOPRAĞI SERPİLENLER…
Başlıkta kullandığım deyim, dilimizde, “çalışmayı sevmeyen, uyuşuk, cansız, olaylar karşısında tepki göstermeyen” ya da “çok derin bir biçimde” anlamlarında kullanılır.
İçinde yaşadığı evin yandığını, alevlerin her tarafı sardığını gördüğü halde yerinden kalkmayan, yangını söndürmeye çalışmayan insanları, bundan daha güzel bir deyimle nitelendirmek olası mı?
***
Türk Ulusu’nun, Atatürk’ün önderliğinde verdiği Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın en büyük özelliği, düşmanın açık-seçik görünür olmasıydı.
İngiliz’in eline silah verdiği palikarya (Yunan) yurdumuza girmişti.
Türk Ulusu, köyüne, kasabasına giren, malını yağmalayan, karısına kızına saldıran yayılımcı (emperyalist) düşmanı etiyle kemiğiyle görüyor ve elindeki tüm olanaklarıyla yurdunu, değer verdiği şeyleri savunuyordu.
Sonuçta Yunan, İzmir’de denize döküldü; başta İngiltere olmak üzere ülkemize göz diken tüm yayılımcılara karşı büyük bir utku kazandık!
***
Yayılımcılar Atatürk’ün sağlığında da boş durmadılar. Ancak aldıkları yenilgiden ders çıkartıp, Ülkemizin doğusunda yaşayan Kürtler’i maşa gibi kullanarak bizi bölmeye, amaçlarına ulaşmaya çalıştılar.
1924’te Nasturi, Beytüşşebab; 1925’te Şeyh Said, Nehri, Birinci Sason; 1926’da Hazro, Koç Uşağı; 1927’de Mutki; 1929’da Resul; 1930’da Zeylan, Hakkari, Şeyh Mahmut Berzenci; 1931’de Şeyh Ahmet Barzani, 1934’te Buban Aşireti ve 1937’de Seyit Rıza Dersim İsyanı gibi tüm başkaldırıların altında yayılımcılığın, özellikle İngiliz yayılımcılığının parmağı vardır.
Kurduğu Cumhuriyeti, kararlılıkla korumasını bilen Atatürk, bütün bunların da üstesinden gelmişti.
***
Yayılımcılar, Büyük Önder’in sonsuzluğa göç edişinden sonra –özellikle 1946 yılından başlayarak- büyük çoğunluğu eğitimsiz olan Türk Ulusu’na görünmeden, dolaylı yollardan ülkemize girmeye çalıştılar.
Bu kez denedikleri biçim ve biçem değişmişti.
Güvenilen, sevilen yakın arkadaş (dost) gibiydiler. Bize para, araç-gereç, çocuklarımıza süt tozu veriyorlar, eğitim izlencelerimizi (programlarımızı) yapıyorlar, barış gönüllüsü olarak köylerimize, okullarımıza giriyorlardı.
Yaptıkları yardımların karşılığında, ufak tefek istekleri (!) de oluyordu. Örneğin “Köy Enstitüleri’ni kapatın” demişlerdi, biz de kapatmıştık.
Ordumuz, onların yardımlarıyla donatılmıştı.
1960’lı yılların başlarında Kıbrıs’ta Rum tarafının “gemi azıya alması” üzerine Türkiye, Kıbrıs’a çıkarma kararı almıştı. Bu karar açıklanınca, ABD Başkanı Lyndon B. Johnson, İsmet İnönü’ye o ünlü betiği (mektubu) göndermişti. Son derece saygısızca (küstahça) yazılan 5 Haziran 1964 tarihli uzun betiğin özü şuydu:
“… bizim iznimiz olmadan Kıbrıs’ta Rum tarafına savaş ilan edemezsiniz.
Hem, bizim sizin ordunuza yardım amacıyla verdiğimiz silahları, bizim iznimiz olmadan kullanamazsınız!”
Oysa, İsmet İnönü,16 Nisan 1964’te Time dergisine verdiği demeçte -daha sonra Türk siyasal yazınına (edebiyatına) girecek olan- şu sözleri söylemişti: “Müttefikler tutumlarını değiştirmezlerse, Batı ittifakı yıkılabilir… Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur.”
Ancak, yeni koşullarda bir dünya kurulmadı. Her şey eskisi gibi devam etti!
***
Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı.
Her yeni günde, bir eski günü özleyerek 2014 yılına geldik.
Ülkemizin doğusu ayrı bir devlet görünümünde!
Türk bayrakları indiriliyor, Atatürk büstleri yıkılıyor, ayrı bir dili konuşanlar vergi topluyor, güvenlik kuvvetleri kuruyor, yol kesiyor, adam öldürüyorlar.
Yerin bilmem kaç metre altında işçilerimiz suda boğuluyorlar.
Mahkeme kararları dinlenmiyor. Ülkeyi yönetenler kaçak yapılan saraylarda oturuyorlar.
Ülkemde, ABD Başkanı’nın bir dediği iki edilmiyor!
Ortadoğu petrolü için verilen kavga devam ediyor:
24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’yla tarihin çöplüğüne atılan 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr, 94 yıl sonra yaşama geçirilmeye çalışılıyor!
***
Bugün, gömütü Niksar’da bulunan ve ırk üstünlüğüne dayanan bir ulusçuluk akımının (şoven milliyetçilik) yandaşlarınca, kendilerinden gösterilmeye çalışılan Sevgili Cahit Külebi Ağabey, 1971 yılında, “Amerika” adını verdiği şiirinde şöyle diyordu:
“Önce Kristof Kolomb buldu Amerika’yı,
Sonra biz.
Umutlar azaldı, günden güne, mutluluklar
Ve ekmeğimiz.
Bir çocuk ağlarsa dağ başında
Gözyaşında Amerika akar.
Vurdularsa birini, kanı şorladıysa
Bilin ki o kurşunlarda Amerika var.
Kişi kişiye köle tutulduysa, asıldıysa
Darağaçlarında Amerika var.
Ama biz yine de direneceğiz
Sonuncumuza kadar.”
***
2008 yılında kaybettiğimiz F. H. Dağlarca: “Sanat eseri hem bir saat gibi içinde bulunduğumuz zamanı, hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü işaret etmelidir” demiş; 1950 yılında yazdığı “Kızılırmak Kıyılarında” adlı şiirinin bir bölümünde şu saptamada bulunmuştu:
“Gün doğar, tarla kuşları uçuşurlar,
Ağır bir aydınlık, bildiğin şafak değil.
Öyle dalmış ki yüzyıllar süren uykusuna,
Uyandırmazsan,
Uyanacak değil.”
***
Acaba, Ulusça üzerimize “ölü toprağı mı serpildi” dersiniz?
Saygın Öğretmenim
“Uyandırmazsak, uyanacak değil” biçiminde tanımladığımız saygın ulusumuz, onu uyandırmaya çalışan onca aydınının uyarılarına karşın yine de uyanmamakta direndi-direniyor… Bilge Önder Atatürk’ün uygarlık yarışında bir koşaradım’a dönüştürdüğü ulusal koşu’muz, 1938’den sonra işbaşına geçenlerce mehterli-duraksamalı bir yürüyüşe dönüştürüldü. Çağın, çağcıl uygarlığın gerisine düştük… Kaygılıyım.
“Artık, uyanmak için bile çok geç” diye düşünüyorum…
Sağlıcakla kalın.
Tarık Konal